Karekök
Binaların arasına mandallanmış
cesetlerden biri daha o gece yola savrulmuştu. Mahalle sakinleri olarak çalar
saat kullanmıyorduk. Her sabah bir binadan, bir annenin sesi, günün sokağa
uğrayıp uğramamakta kararsız kaldığı saatlerde, en acı çığlıklarıyla uykumuzu
böler olmuştu. Mahalledeki, evdeki, odadaki hiçbir saat asıl görevini
yapmıyordu. Her saatinde sokağın, her şey belliydi. Sokağın sesiydi, bizzat
dünyamın saati. Ve dünyanın saatine göre değildi bir yokuşun sonu ile başı
arasında yaşadığım çocukluğumun hafızasına yer edenler…
Gene bir sabah, gene aynı tondan bir
çalar saat sesi. Uykumu dürterek bölen çığlıklar sonrası yatakta sadece
doğrulurdum. Dışarıdan gelen sesleri dinler, her seferinde o buz gibi soğuk
benizli beyazın kimin başına dikileceğini tahmin etmeye çalışırdım. Artık
kapıya koşmak, ne oldu, bu sefer kim diye bakmak gibi bir merakım kalmamıştı.
Bizim sokakta merak etmemek sahip olduğun dünya saatini uzatıyordu.
“Baba çay koydum, kalkıyor musun?
Baba! Baba diyorum!”
Her sabah aynı film karesinden
dünyaya bakmak sıkıcı olmaya başlamıştı. Konuşmaktan, cevap vermekten aciz bir
adamla, aynı evde geçen çocukluğuma rağmen ben onun tam tersiydim. Her şeyi
konuşmak, her şeye isyan etmek istiyordum. Soyadı olmayan bir isyandı benimki.
Bizim sokağın piçleri gibi. Ne zaman,
nereden, kimden peydahladığımı bilmediğim ya da bilip de söylemek istemediğim
bir isyandı. Üç ev ötedeki Gülseren ablanınki gibi... O da bilmediğini
söylüyordu karnına düşen isyanın kimden olduğunu. Diliyle gözleri aynı tondan
konuşmuyordu oysa. Bir kendisi bir de ben isyanının adını neden bilmediğini
biliyorduk. Bazen en sevdiğindir isyanının adı. Yüreğin dillense, kulağına
fısıldasa dahi, dilin dillenmez; eğer hayatın boyunca yaşamak zorundaysan o
isyanı. O yüzden ben, kendime dahi babamın bana hayatı zehir ettiğini hiç
söyleyemedim.
Babam aslında iyi bir marangozdu. 12
yaşıma kadar, elini kafama götürüp sevgi gösterisinde bulunan herkes, babam
kadar iyi bir marangoz olmam yönünde dileklerde bulunurdu. Ne samimi temennilermiş,
ne samimi dualarmış ki hiçbiri gerçek olmadı. Hatta belki o kahrolası adamların
samimiyetsiz temennileri yüzünden babam da marangozluğu bırakmıştı. Sonrasında
kendini eskiciliğe adamış, her gün sokak sokak topladığı eskileri, eve bir kasa
dolusu altın getirir edasında taşır olmuştu. Yüzünde, hâlâ anlamını bilmediğim
o garip tebessümle, topladıklarını evin
boş kalmış en son noktası dolacak şekilde yerleştiriyordu. Bitmek tükenmek
bilmeyen bir azimle. Hayır, satmıyordu hiçbirini. Konuşuyordu, kavga ediyordu ama
satmıyordu. Yaşım 14’ü geçtiğinde topladığı eskileri ben satmaya başlamıştım.
Yoksa babamın son üç yılda biriktirdikleri, bir sabah, sokağın çalar saat
çığlığında üstümüze boca olacak ve belki de iki eski sandalye, bir eski
gazetelik, bir ahşap dikiş kutusu cinayeti diye gazetelerin 3. sayfa
haberlerine geçecektik. Benim suçumdu belki ölümü, her seferinde onun dünya
saatinden çalıyordum.
“Bu bardakta içmem çayı, her
zamankine koyaydın ya!”
“Hangisinden bahsediyorsun?”
“Hani şu üstü incecik çiçekli olana.”
“Sen onda içmezsin ki çayı, nerden
çıkardın şimdi?”
“Ona koy dedim.”
“Bulamıyorum, yok!”
“Nasıl?”
“Yok, işte.“
“Biliyordum. Neyse onun da gideceği
belliydi. Kızı söylemişti; anneannem bu porselen bardağını çok severdi diye. O
da yerini buldu desene…
Babam annemi kaybettikten sonra artık
eskisi gibi değildi. Eskiciliğe, sokaklardan eskileri toplamaya merak salması
da tam o döneme geliyor. İlk önce annemin eskileri ile yaşamaya başlamış, sonra
öbür dünyada anneme arkadaş olacağına inandığı her ölünün eşyalarını toplar
olmuştu. Bizim civarda herkes bilirdi babamın sadece ölülerin kalanlarını
topladığını. Bu yüzden bir ara adı ruh toplayıcısına çıkmıştı. Onun da kendince
sebepleri vardı. Ne kadar toplamak için uğraşsa da onca şeyi, ölmüş insanların
eşyalarının bir gün sahiplerinin yanına gideceğine inanıyordu. Doktor, annemin
eşyalarıyla yaşamasının onu daha kötüye götüreceğini söylemiş, “Yavaş yavaş
azaltın eşyaları” demişti. Halam her gelişinde ortalıkta olanları birer ikişer
toplayıp götürürdü. Babam, annemin bulamadığı geceliklerinin, ayakkabılarının
hep annemin yanına gittiğine inanıyordu, kendi yazdığı senaryoya iyice inanmaya
başlamıştı. O yazdığı senaryonun başrol oyuncusu halam, yardımcı rollerde ben
vardım. Film hiç de babamın sandığı gibi, annem üşüdüyse kazakları gitti, çok
sıkıldı oralarda bak örgü şişleri kayboldu ortadan şeklinde akmıyordu aslında.
Bitince evde annemin gidecek tüm eşyaları, bırakıp elinden inci gibi oyduğu
ahşapları, kendi dünya saatini karanlık karanlık oymaya başlamıştı. Bu yüzden
buram buram karanlık kokuyordu büyüdüğüm evin her köşesi. Her nefes alışımda
tanımadığım insanların ruhlarını içime çekiyor gibi hissediyordum. Boğazımda
düğümlenen lokma değil koca insanların içime sığmayan bedenleriydi,
ağırlıkları, bir de babamın topladığı eskileriydi.
“Rıza, Rıza oğlum duymuyon mu be?”
“Ne var?”
“Aldın mı ulan kitaplarını?”
“Ne kitabı?”
“Oğlum okul açılmıyor mu yarın,
liseli oluyoruz ulan!”
“Defol git başımdan ben bitirdim
okulu.”
Öğretmenlerim iyi bir matematikçi olabileceğimi,
hayata baktığım açının farklı olduğunu, farklı düşünebildiğimi söylemişlerdi.
Hatta ekonomist olabileceğime inanan dahi vardı. Para görmeyen bir evden çıkmış
ekonomist hiç de fena olmazdı aslında değil mi? İlk paramı nasıl kazandığıma
dair sorulan soruya, üst sokakta
öldürülen Tilki Selim’in, kapı önüne bırakılan bıçak koleksiyonunu, kapkaççı
çocuklara satarak başladım diye cevap versem iyi olmaz mıydı ha! Ya da iki yan
evde oturan yosma Yosun Abla’nın, daha yedisi çıkmadan, annesinin bir çöp
torbasında kapıya bıraktığı peruklarını kapıp eve gelen babamın, her gün
kafasında başka bir perukla uyanmasının, ruhumda yarattığı yarıklardan
kurtulmak için onları da arka sokaktaki perukçuya sattığımı anlatsaydım.
Peruklardan kazandığım parayla ne yaptığımı sorduklarında ”Yosma her yerde
yosma işte, bak peruklar da gitti, öbür tarafta da bu işler gene aynı demek ki”
diyen babama aldığım sakinleştiricilere harcadığımı söyleseydim. Nasıl olurdu?
Hayatın matematiği okuldakilerin anlattığından çok farklıydı. O yüzden devam
etmedim okula.
Ortaokul bittiğinde benim de okul
hayatım çoktan bitmişti. Bizim mahallede var olmanın yolu, hayat okulunu söküp
ezberlemekti. Bir de evde kutsal kitap edasında anlaşılmayanlarla dolu bir adam
vardı ki onunla yaşamak en büyük eğitimdi. Hayat sınavı dedikleri şeyle ben
babam sayesinde çok küçük yaşta tanışmıştım. O yüzden benim iki çubuk
arasındaki açılardan daha geniş açıyla bakmam gerekiyordu hayata. Benim içinde
yaşadığım bermuda üçgeninin iç açıları da keşke okulda öğrettikleri üçgenin
açıları kadar küçük olsaydı. Zaten o açıların, öğrettikleri o matematik denen
şeyin hayatımı gerçeklemediği noktada okula gitmekten vazgeçmiştim. Hayat benim
binlerce kez karekökümü almıştı. Ruhum karekök dışına her yıl farklı çıkıyordu.
Kimi zaman içimde patlayacak gibi düğüm düğüm olan ruhum, bedenimin dışına,
ufak da olsa ruhumun bir parçasını çıkarıp, beni içinde boğulduğum çaresizlikten
azad etmiyordu. Kimi zamansa ikiye bölüp her şeyi en azından bir süreliğine
nefes aldırıyordu. Tek bölünüp, çarpılan babam değildi yani.
“Baba ben bugün Mehmet Abi’nin
yanında işe başlıyorum haberin olsun, akşam geç gelirsem merak etme.”
“O delinin yanında ne işin var, başka
yer mi yoktu ki?”
“Ne delisi ya!”
“Ne peki, geçenlerde bütün perukların
üstüne dükkânın önünde benzin döküp yakmış diyolar ya ! Yalan mı? Nerdeyse
yandaki tüpçüyü uçuracakmış.”
“Bırak baba ya!”
Ona Yosma Yosun’un uzatmalı sevgilisi
Deniz Mehmet derlerdi. Hani denizin dibinde yosun nasıl kök salıp büyür büyür
her bir yana dağılırsa, Yosun Abla da öyle içinde büyümüştü Mehmet Abi’nin.
Köklerini ne sökmek isteyenler oldu ama gördüler ki temizledikleri hep denizin
yüzeyinden görülebilen kısmıymış. Yosun Abla’nın kökleri hep en derinde
büyümüş, maviliğini kaybeden Deniz Mehmet’in gözleri, kara kara bakar olmuştu.
Bu öyle bir seviş, öylesi bir kabullenişti ki onu elin adamlarıyla paylaşmaya
bile razı olmuştu. Tek şartı vardı. İşe çıktığında peruk takacaktı. Kimse onun
o siyah saçlarını görmeyecekti. Saçlarını sarı bileceklerdi. Simsiyah kalem
gibi kaşları işin yalanını ortaya çıkarıyordu ama onun için fark etmiyordu.
Ortak paydada birleştiremeyeceğini düşündüğün her rakam gibi onlar da
birbirlerini farklı yalanlarla da olsa çarpıp gene aynı paydada
bütünlüyorlardı.
“Günaydın Mehmet Abi?”
“Süpürge kapının hemen arkasında”
“Günaydın, peki süpürerek başlayayım
bari.”
“Çöp kovasına da poşet al.”
“Süpüreyim sonra alırım.”
O günü hiç unutmam, anlaşılmıştı.
Muhabbet sadece iş üzerine olacaktı. Allah’ın selamını Yosun’u kökten söken
dalgalar beraberinde götürmüş diye düşünmüştüm. Ona da eyvallah demiştim. Ne
babam ne Mehmet Abi, hayatıma giren diğer adamla da konuşup, iki çift laf
edemeyeceğim diye çok üzülmüştüm. Günün birinde asal sayı olmayan, kendisinden
ve dünya saatinden başka şeylere de bölünebilen adam gibi konuşacak birini
bulmaktı artık hayalim. Ama her şeye rağmen Deniz Mehmet’in yanında geçen iki
yılda ondan çok şey öğrendim. Yokuşun tepesinde durmak bile belli ki ona çok
şey kazandırmıştı. Ne de olsa her türlü pisliğin, cinayetin, hırsızlığın yokuş
aşağıya aktığı bir semtin tepesinde her şeye hâkim oturuyordu. Kayıp giden her
şeyi görmüştü. İnsan sarrafı olmuştu. İlk kelimenin tonlamasından insanların
seceresini çıkarırdı. Deli yanı yok muydu, vardı. Zaten normal adam nasıl
olurdu o sokakta, hiç rastlamamıştım. En
kötüsüyse gelen her müşteriye zorla siyah peruk satmaya çalışmasıydı.
“Sana sarı gitmez. Sen bu siyahı bir
tak, bak nasıl memnun kalacaksın.”
“İstemez, ben sarı peruk baktım”
“Yahu gitmez sana sarı diyorum! Sen
gel dinle beni dene şu siyahı”
“Ayol deli misin? İstemiyorum dedim
ya !”
“Hadi lann uza o zaman ! Yarın leşini
nerden almaya gönderiyim?”
“Mehmet Abi dur, ne diyorsun ablaya?”
“Ne diyor bu be ! Manyak mı bu adam ?”
Yosun Abla öldükten sonra dükkândaki
tüm sarı perukları kapının önünde yakmıştı. Elbet vardı onun da bir nedeni.
Yosun Abla, siyah peruk takmasını isteyen müşterisinin isteğini reddedince, kaç
yerinden bıçaklandığı, hâlâ kahve önü aylaklarının muhabbet konusudur. Öyle
pisi pisine ölüp gitmişti. Tabii bizim Deniz Mehmet bunu duyunca delirmişti.
Hani o demişti ya herkes sarı bilecek saçlarını diye. Kendini sorumlu
tutuyordu. Dükkândaki tüm sarı perukları yakmıştı, Bu yüzden de dükkâna gelen
her ablaya zorla siyah peruk satmaya çalışıyordu. Olur da almazlarsa işte o
zaman değmeyin siz o saatten sonra benim cebelleştiğim havuz problemi
kıvamındaki Mehmet Abi’ye. Hangi musluğu açsan hangisinin tıpasını taksan ruhu
hep akıp gidiyordu bir yerlere. Belki de Yosun ablanın öldürüldüğünü duyduğu
geceye…
Bana ettiği nasihatleri hiç
unutmuyorum. Karşı caddeye geçersem bu hayattan kurtulacağımı söylüyordu. Yokuş
aşağı değil orası, her şey düzayak diyordu. Asıl olay karşı caddeye nasıl
geçeceğimdi tabii. Öyle kolay olsa sokağın tüm ahalisi yaşamak için karşı
caddeye geçerdi değil mi? 2 gidiş, 2 geliş 4 şeritli bir yolun iki tarafında
yaşanan hayatların nasıl bu kadar farklı olabildiğini hiç anlamamıştım. Karşı
caddede sabahın 4’ünde dolaşmaya çıksanız kimsenin gıkı çıkmaz; size
dokunmazken, caddenin bizim tarafında o
saatlerde, hele ki bizden biri de değilseniz, cebinizdeki cüzdanı geçtim, ciğerinizi
kurtarabilmeniz bir mucize olurdu.
“Baba bugün benim doğum günüm, karşı
caddeden şöyle güzel bir pasta alıp halamı çağırsak mı?”
“Nerden buldun ulan parayı?”
“Mehmet Abi’nin yanında çalışıyorum
ya… Bugün yövmiyemi alıcam.”
“Ne pastası? Yukarıyı görünce adam mı
oldun da doğum günü kutluyorsun?”
Evet, aslında babamdan nefret
ediyordum. Annem öldüğünden beri onu taşımaktan yorgundum. Kendine çektirdiği
yetmiyormuş gibi son iki yıldır bana da çektiriyordu. Mehmet Abi’nin yanında
başladım başlayalı aramız hiç düzelmemişti. “Yukarı caddeyi gördün de ne oldu?
Görüp göreceğin o caddeden ibaret işte, başka bir halt olmaz!” Her gece aynı
lafları dinleyerek uyuyordum. Oysa biraz kaçık da olsa Mehmet Abiyi seviyordum.
Artık bedenimin bir sabah birileri için çalar saat olmayacağından emindim.
Evet, ekonomist olamayacaktım. Ama benim adım her gün polisin volta atıp,
kapkaççı, torbacı, yan kesici, tozcu kovaladığı sokaklarda sorulan isimlerden
de olmayacaktı. Şişlenmişler listesine de girmeyecektim. Ya da yosmalarını
pazarladıktan sonra sokağa dağılan farelerin olduğu gibi topuk seslerimden
gurur nidaları da çıkmayacaktı.
“Günaydın Rıza, selamsız süpürmeye
girdin.”
“Günaydın.”
“Bu kadar mı? Hayırdır?”
“Yok abi bişey, keyfim yok.”
“Noldu oğlum?”
“Babam, abi ya… Bugün doğum günüm.
Pasta alayım dedim, bir sürü saydı, ona sıkıldı canım.”
“Ya desene sen bana! Kutlayalım
beraber boşver !”
Deli meli işte ama Mehmet Abi’yi
seviyordum. 2 senedir ilk kez o kadar uzun konuşmuştuk onunla. Aslında çok
konuşmasa da bilirdim, hissederdim beni sevdiğini. O gün tam 16 yaşıma
basacaktım. İçimde garip bir heyecan vardı. İçimdeki heyecan boşuna değildi,
sonra anladım. O gün nerdeyse ilk kez karşı caddeye geçtim. Kendi doğum günü
pastamı aldım. Mehmet Abi, “Ben bizim sokağın pis pastanesinden yemem, al şu
parayı adam gibi bir pasta yiyelim” dedi. Çok heyecanlanmıştım. O yaşa kadar
yokuşun dibindeki ev ile bir sokak gerisindeki okula ve son iki yıldır yokuşun
tepesindeki dükkâna giderek sürdürdüğüm hayatıma yeni bir şey eklenecekti.
Karşı caddeye geçecektim. Karşıya geçmekten hep korkmuştum. Gene babamın
eseriydi. “Herkes ait olduğu yeri bilecek, yaşadığı yerde var olmaya çalışacak”
deyip duruyordu. Belki o sabah pasta alayım deyince bana olan kızgınlığı o
yüzdendi. Benim de onun gibi o sokakta kendi karanlığımı oymamı, dünya saatimin
aleyhime işlemesini istiyordu. Pastayı alıp, koşa koşa dükkâna gelmiştim.
Kutusundan çıkarttık. Bir güzel kocaman pastayı yedik. Sonra Mehmet Abi beni o sokağın
ölüm kokan karanlığından kurtaran hediyesini verdi. Karşı caddede küçük bir
marketin sahibi, dükkânı çekip çevirecek, ona yardım edecek birini arıyormuş.
“Rıza bak oğlum, şehrin tertemiz
insanlarla akıp gittiği caddede küçük bir dükkân. Üst katta da kalabileceğin
küçük bir oda var. Sahibi akşam erkenden gidiyor. Yanındaki adam hem dükkâna
göz kulak olsun hem de geç saate kadar dükkanı açık tutsun istiyor. O gider,
sen keyfine bakarsın. Sahibi ile konuştum. Tamam derse bugün yarın gelsin dedi.
Yaşını da sorun etmedi. Yaparsın sen oğlum bu işi. “
Hiç düşünmeden tamam demiştim. Hemen
eve döndüm. Dudağımın kenarında kalmış pasta kırıntılarını bile yokuş aşağı
yuvarlanırken temizledim. Yanıma alacak çok bir şeyim yoktu. Halamdan
sakladığım annemin birkaç tülbentiyle iki üç giyecek aldım. Gitmeye o kadar
hazırmışım ki bunu o gün anladım. Evin içinde ne sağa ne sola baktım. Doğduğum,
büyüdüğüm, okuldan eve döndüğüm bir gün annemi her yere bulanmış gaz kokusu
çığlığında geçmişime gömdüğüm, o günden sonra beni de annemle gömen babama olan
öfkemi yutup yutup içimde büyüttüğüm ev sanki orası değildi. Ne yaptığımı
anlamaya çalışan babama 16’nın karekökünü sordum. Yüzünde yıllardır biriktirdiği
anlamsız ifadeye benim de en sonunda bir katkım olsun istemiştim. Artık onun
kadar zalimdim.
“16’nın
karekökü dışarı tam çıkar baba, 4, anladın mı?” dediğimi hatırlıyorum.
Hiç bilmediğim, hiç yaşamadığım bir
sokaktan ilk kez geçer gibi tanımsız çıkmaya hazırdım o evden. Arkama dahi
bakmadan. Onun yanından ayrıldığımda 44 yaşındaydı. Hayatın karekökü o yıl
nefes almasına hiç izin vermemişti, bana çektirdikleri, huysuzluğu belki de o
yüzdendi.
Gerçek bir çalar saat ile uyanmaya
başlayalı iki yıl olmuştu. Ethem Babayı çok sevmiştim. Bana gerçekten babalık
yaptı. Okula devam etmediğim için zaman zaman azarlar, çocuklarını ne zor
şartlarda okuttuğunu anlatırdı. Bazen elinde poşetlerle gelir; benden 3 yaş
büyük olduğunu söylediği oğlunun giymediklerini getirir; yeni değil diye utana
sıkıla bana verirdi. O hep daha çok kazansın istiyor; bu yüzden dükkânı
nerdeyse sabah namazından sonra açıyordum. Dükkânda okunacak ne varsa bütün gün
okuyordum. İşte o gündü. Bir gün gazetenin 3. sayfasında “eski eşya cinayeti”
manşeti altında göreceğimi düşündüğüm babam, “kendini ölü sanan adam”
manşetiyle tam sol üst köşede duruyordu.
Ortalığa savrulmuş cesetleri temizlemek zor olmasın diye yokuş aşağı
tasarlanmış bir mahallede, gene benim babam olmuştu en gerçekçi sebepten ölmeyi
başarabilen. Ben gidince evden, babamın topladığı eskilerini de satan
olmamıştı. Halam son arayışında en son 5 ay önce gidip ilaçlarını bıraktığını
ama artık çok yorulduğunu söylemişti. Hatta, baban galiba artık ilaçlarını
almıyor diye de eklemişti. Kimseciklerin eve uğramadığı o sırada, babamın
eskileri biriktikçe birikmiş, evi nefes almaz hale getirmiş. Oysa onun
senaryosu yine farklıymış. Kendisinin de ölü olduğuna, eşyaların bu yüzden
gitmediğine ve gitseler de onları hâlâ bu yüzden görebildiğine inanmaya
başlamış. Emin olmak için ölü olduğundan, Tilki Selim’in, ekmek doğramak için
evde bıraktığım en küçük bıçağını tam kalbine saplamış. Ne de olsa o bir ölüydü
ve ikinci kez ölemezdi.
Ve o gece onun için sondu. Yaş 48,
karekök dışına çıkamadan yaşanan huzursuz bir sene daha. Keşke 49’una kadar
dayanabilseydin baba…
Kübra '08
Yorumlar
Yorum Gönder