Hey Balıkçı! Madam Mari'nin Dükkanında Buluşalım mı?



 “Haydi, kalkın gidelim” diye ani karar verilmiş tatillerin insanıyım ben. Programsız yaşama isteği, iş hayatında fazlasıyla düzenli ve programlı olmamın özel hayatıma ters yönde yansıması olsa gerek.  

Her yıl yalnız gittiğim Çeşme tatillerinden sonra bu yıl en sevdiklerimle ve tam 16 yıl sonra Ayvalık’taydım. Ortaokul ve lise çağlarımın o heyecanlı yazlarını geçirdiğim Ayvalık hatta İçmeler.  Ne ile karşılaşacağını bilmemenin verdiği tedirginlik ama tatlı bir heyecanla… Benim bıraktığım döneme göre biraz daha kalabalık, biraz daha betonlaşmış ama birçok tatil beldesi ile mukayese edildiğinde hala sakin, insanı nezih, yaşlısı, çoluk çocuğu bol İçmeler.

Yazmak için çabalayanlar iyi bilir. Her yeni mekân, her yeni insan yepyeni bir hikâyedir. Her yeni insanın gözlerine anlatamadığı nice hikâyeler olduğuna inanarak bakarım.  Yürüdüğüm her yeni yoldan kimlerin geçtiğini, o yollara sağlı sollu dizilmiş zeytin ağaçlarının hasat zamanı ne şen kahkahalara ne gözyaşlarına şahitlik ettiğini düşündüm. Tatil deyince ben aslında, her şeyden kaçmak için kendini denizlere vurmuş o adamı, hayallerini yaptığı kumdan kalelere gizlemiş o kadını, yani kimse fark etmeden aslında ben, seni, beni biraz da bizi ararım.

Bir sürü hikâye ile döndüm Ege kıyılarından. Bir de kendime aldığım hediyelerle. Her gördüğüm kare sonrası bol bol güzel cümleler biriktirdim arka cebimde. Sabah yürüyüşlerime eşlik eden asırlık zeytin ağaçlarının bedenlerini okudum. İnsanlar gibi her biri farklı kimliklerde, farklı ruhlarda, yaşanmışlıkları bedenlerindeki derin izlerde gizli zeytin ağaçları…  Bir zeytin ağacının bedenine vidalanmış  “Özgürlük Meydanı”  tabelasını gördüğüm günden sonra kimi zaman mısralar kimi zaman yaralı cümleler düştü zihnime.

“Asırlık bir zeytin ağacına vidalanmış bir tabela gibiydi, sevdan yüreğimde. Ne ruhuma sindirebildim, ne de kaçabildim. Biz olmuştuk ya çoktan. Belki bu yüzden seni bilmeden çok sevdim.”

“Özgürlük diyorlardı ya, ben hiç bilmedim. Bir eylül akşamı seni getirip yüreğimin ortasına astılar.  Ya benim özgürlüğüm diyemedim.”

Günlerce aynı fotoğraf karesine baktıkça döküldü içimden bir şeyler. Sonra çok geçmeden başka bir hikâye buldum kendime. Cunda’da bir antikacı dükkânında göz göze geldik. İlk bakışta aşk dedikleri şey bu olmalıydı belki de ilk defa hissettim. O güzelim zarif eldivenler. 17. ve 18. yüzyılda eldiven ve şapkasız gezmeyen zarif kadınların dünyasından, zarafet kelimesinin anlamını dahi bilmeyen insanların dünyasına varmış, minik elli bir kadın için örülmüş o güzel eldivenler. 1860-1900 yılları arasında zengin bir ailenin kızı için Paris’te ham iplikten örülüp gelen bakmaya doyamadığım o güzel eldivenler. Antikacı Hanım öyle keyifli anlattı ki iyice büyüsüne kapıldım. O anlattıkça ben o minik elli, ela gözlü, beyaz tenli, fındık burunlu kumral, dalgalı saçlı kadını hayal ettim. Böyle bir görüntüye sahipti değil mi o kadın diye sadece eldivenlere sorabildim. Eldivenlerin dili olsa ne anlatırdı diye kendime sorduğum an zihnimden geçenleri kelimelere dökmek için haftalar belki de aylar gerekliydi.

“Zamansız rüzgârların adanın başını döndürdüğü günlerdi. Yeni eldivenlerimi giyinip, krem rengi ipek elbisemi adanın rüzgârına bırakıp, Madam Mari’nin lavanta kokulu dükkânına gittim. Tok sesinle, mavi gözlerinle bir de sen kapıyı açınca içeri dolan iğde ağaçlarının kokusuyla geldin. Geldiğin zamanı hatırlıyorum da ne zaman gittin onu hiç bilemedim. Bir ara  zamansız yağmurlar başlamıştı, o zaman mıydı?”

Dedim ya zihnimdeki binbir hikâyeye, binbir film karesini not almaya yetişemedim. Bu tatilde deniz, kum, güneş, tatil yapan insanların huzurlu kahkahalarından daha güzel ne vardı derseniz ruh kazanmayı bekleyen insanlarım var derim.

“Hayat neyi çok istersen onu getirir” felsefesine inanan insanlara ilk kez hak verdim. Zamanında başka şeyleri de çok istemişliğim var ama hayat onları getirmedi. Öyle olunca evrene mesaj gönderenlere hep sadece gülerdim. Bu tatilde hayatın rüzgârı benden yana esti, biriktirdikçe biriktirdim. Tatile giderken aldığım Semih Gümüş’ün Notos yayınlarından çıkan “Yazar Olabilir miyim?” kitabını okudukça biraz daha şevke geldim.

Kendime çok sevdiğim şal deseninden kıpkırmızı otantik bir elbise, beni tanıyanların vazgeçemediğimi bildikleri çıngır çıngır öten kolyeler almayı ihmal etmedim. Gülmeyi unutmamam için gülen, uçmayı bekleyen yüreği ağzında bir melek,  yeşermiş ama inşallah solmayacak bir kalp J, bir de sevimli kuş tiwiti kolyesi alıp geldim. Dalından bol bol nektari, kayısı yedim.  Bir de bol bol Kenan Doğulu dinledim. Yazdığı şarkıların sözlerine dünü, bugünü, yarını ekledim.

Dönüşe 1 gün kala gün batımına yakın onu görüverdim.  Koyun bir ucunda, kayalıkların üstünde elinde oltasıyla…  Benim durduğum yerden zeytin dallarının arkasında. Kah aşık oldum ona, kah terk ettim yalnızlığa…  En son  “Hey balıkçı! Seneye de aynı yerde, aynı saatte yine gün batımında buluşalım mı?” deyip döndüm şehrin kalabalığına.

 (22 Temmuz 2012 Pazar yazılmış ve iki bloğun tek blogta toplanması kararı ile buraya aktarılmıştır.)




Yorumlar

Popüler Yayınlar