Bir Tabak Toprak


23 Eylül 1945 Yorgo Seferi



Uyandım. Belki de uyandırıldım. Nefes almaya çalıştım. O boğuk nefes sesi benim miydi anlamadım. Çapaklanmış gözlerimi aralamakta zorlandım. Gözlerim çapaklanana kadar en son ne zaman uyumuştum, hatırlamadım. Bozuk et kokan bir odadaydım. Karanlıktı. Belli belirsiz ıssız bir aydınlık vardı. Hiç pencere yoktu. Her zaman oynadığım rubik küpün içine sıkışmış gibiydim. Renksiz, sabit, tahtakurularının cirit attığı, nemli ahşap zeminin, buz gibi taş duvarların olduğu bir oda… Yavaşça yatakta doğruldum. Oturdum. Kana bulanmış yatağı gördüm, korktum. Ayağa fırladım. Yatağa uzaktan tekrar baktım. Oysa hâlâ yataktaydım. Solgun yüzümü gördüm. Bir de içinde ağzına kadar ölüm birikmiş yarı açık gözlerimi…  Üstümde kanımı emen yüzlerce tahtakurusunu… Sanki birkaç yüzyıl öncesine ait olan bu odada unutulmuştum. Yutkundum. Karanlık yavaşça aralandı. Yatağın karşısında kalan duvardaki çerçevelere gözüm takıldı. Duvarın görebildiğim son aydınlığına kadar onlarca çerçeve asılıydı. Odanın karanlıkta kalan kısmından her an fırlayıp gelecekmiş ve nefes borumu düğümleyecekmiş gibi duran onlarca insanla göz göze geldim. Ölüydüler, bakışlarından anladım. Korktum. Ölülerin nefesi yalayıp geçti tenimi. Ürktüm. Derinden gelen bir nefes sesiyle odanın karanlıkta kalan köşesine döndüm. Ordaydı beyaz gömlekli adam. Onu ilk kez gördüm. Yavaş adımlarla bana doğru yürüyordu. Ayakları prangalanmış bir insan ağırlığındaki bedenimi kıpırdatamadım. Birden kolumdaki saate baktım. Akrep, yelkovan yoktu. Şaşırdım. Nefes almakta zorlandım. Bir hırıltı geldi ciğerlerimden, tıkandım. O an bir film sahnesi olsa Chopin’in cenaze marşı çalardı, farkındaydım. Ve ben kendi ölümüne ağlayan ilk kişi olurdum yabancısı olduğum bu odada. Yaklaştıkça adamın yüzü aydınlandı. Şeffaf bir bedenin içinde dolaşan milyonlarca insan vardı. Ağlayan,  bağıran, bir köşede susan, çığlıkları duyulmadığı için kin dolu gözlerle bakan… Yanı başımda durdu. Gözlerime, başına giyotini indireceği mahkûma bakar gibi acıyarak, keşkelerle dolu baktı.  Yüzümü ellerinin arasına aldı, “Beni duyuyor musun?” diye sordu. Sorusu cevapsız kaldı. Gözlerimin içinde buram buram “son” kokan bir fener yaktı. Parmağını şaklattı. Oda bir uğultuyla aydınlandı. Düzmece bir aydınlıktı. Karanlığı oldubittiye getirdi. Bir tek ışıkları yakmasaydın demek istedim. 

Boşluktaydı ayaklarım. Ahşap zemine basmadığımın da farkındaydım. Hatta ayakta duran değil, uyuyanın ben olduğumun da…  “Nerdeyim?” diye sordum. Kendimi bir sandalyede oturur halde buldum. Birden upuzun bir masa belirdi önümde. Onlarca boş sandalye vardı masanın çevresinde. “Buyurun” dedi.  Aşina olmadığım yüzler masanın etrafında belirdi. Onca kadın birden nerden çıktı, anlamadım. Gözlerim tekrar duvardaki çerçevelere takıldı. İçleri boşalmıştı. Evet, tam karşımda oturan, biraz önce fotoğrafta göz göze geldiğim kadındı. Bir çerçevenin içindeydiler. Ölüydüler. Sessizdiler. Nefessizdiler. Nasıl dirildiler? Yine saatime baktım. Zaman hâlâ yoktu.  Kim olduğuma dair hatırladıklarım gözlerimin çapağını fark ettiğim âna kadardı. O zaman bu bir rüyaydı. Kesinlikle uyanacaktım. Garip bir ürpermeyle irkildim. Adamın nefesini ensemde hissettim. Elinde neşter, dünümü, bugünümü kesip biçmesini izledim. Dalda kalmış, kışın ayazına direnen son yaprak gibi titredim. Düşmeyecektim. Bir sonraki bahar kaldığım yerden devam edecektim. Keşke nereden başlayacağımı da bilseydim. Bu rüyadan biri beni uyandırana dek kan kokusuna, onlarca ölü ama hüzünlü kadının bakışlarına, o adamın soğuk nefesine direnecektim. Öyle karar verdim. Tam derin bir nefesle ciğerlerimi dolduracaktım ki tıkandım, yarım kaldım. Elim, kolum, ayağım, bacağım, kafam sanki her şey fazlaydı. Tüm bedenimde tanımsız bir ağrı vardı. Belki de benden bakışlarını çekmeyen, gözleri ağıt yakan kadınların ağırlığıydı. “Zavallıcık” kelimesinden ibaretti artık ismim. Derin bir sessizlik oldu. Sonra kim bilir ne zamandır tam ensemde hissettiğim adam, masadaki herkesi ayaklanmaya çağırır gibi bağırdı: “Anlatın! Son durum nedir?” Ne anlatacaklardı? Neden o odada olduğumu mu? Neden bunca kadınla önümüzde içi toprak dolu tabakların olduğu bir masada oturduğumu mu? Neden ben masada otururken, diğer benin kanlar içinde yatakta uyuduğunu mu? Neden tahtakurularının çıkardığı biipp sesi yükseldikçe odanın karardığını mı? Hangi birine cevap vereceklerdi. Sormadım. Sadece aklımdan geçirdim. Bekledim. Başladılar. Çok kalabalıktılar. Konuştular. Günlerce anlattılar. Her birine konuşma sırası geldikçe tabağın yanına bir bıçak, bir silah, bir dirgen, bir halat çıkarıp koydular. Acıya ve ölüme dair ne kadar kelime varsa aralarında paylaştılar. Ağladılar. İyileşmek zor dediler. Nasıl iyileşebilirlerdi ki, zaten ölüydüler. Hep tazeydi acıları. Sonsuz kat açılmış arasına kan, gözyaşı, savunmasızlık serpilmiş katmer gibiydiler. Her bir katı araladıkça arasından sindirilmesi zor acılarını döktüler. Köşe başında kocasının tek kurşunu ile hangi gün tanıştığını, bir kapı arkasında sıkıştırılan çocukluğunu hangi adamların ilmek ilmek söktüğünü, sevdaya tutuldu diye babası tarafından hangi dirgene kurban diye sunulduğunu, her yanında sigara söndürülmüş bedeninin hangi alkol festivalinde tümden ateşe verildiğini, perdeyi aralayıp sokağa baktı diye bembeyaz teninin hangi renk kemere dost edildiğini… Dinledim. Yetmedi. İnledim. Ilık ılık akan gözyaşlarını bir bardağa doldurup bana uzattılar. “Damardan verin” dedi o adam. Günlerce bitmedi. Günlerce içtim. Bir hortuma bağladılar. Ben unuttukça o kadınları, hortumla ciğerlerime keder yüklediler. Bana işkence ettiler. Damarlarımdan günde altı kez kanımı çektiler, yerine gözyaşlarını yüklediler.

Kapalı kaldığım o odada her gün aynı şeyi sorguladım. Ben kimdim? Bu kadar ölü kadını hatırlamadığım geçmişimden mi getirmiştim? Kimden miras kalmıştı bu kadınlar bana? Günlerce virgül koydular hikâyelerine. Masanın göremediğim ucu son bulacak mı, biri nokta koyacak mı merakıyla her seferinde ayaklandım. Masadan kalktım. Kolumdan yakaladı beni o adam. Bağırdım. İmdat çığlıklarımı duymadı ne annem ne babam. Nefes alamadım. Bir hırıltı geldi yine ciğerimden, tıkandım. Sesim tökezledi, odanın karanlık köşelerinde sızıp kaldım. Milyonlarca tahtakurusu her yanımı sardı. Biip sesi odanın içinde ölüm çığlığı gibi yankılandı. Bir yataktaki ben, bir de uyanıp bu odadan kaçmak isteyen ben vardı. Her seferinde kolumdaki saate baktım. Zaman hep yoktu. Zaman hiç yoktu. Hep, hiç oldum. Zaman hazırlanıyordu. Belki kendisi de bir dakika sonra ne olacağını bilmeden içimden gelip geçiyordu. Kaç gün geçti bilmiyorum. Gün yoktu. Gece çoktu. Anladım. Bunlar hep sessizim diyeydi. Sessizliği doğru bilmiştim. Ben hep arkamı dönüp gitmiştim. Gitmekle kalmanın aynı olduğunu zannetmiştim.  Bu yüzden ölü kadınlar tarafından lanetlendim. Şehrin en ücra köşesinde tek odalı bir evde hapsedildim. Cezam kesilmişti. Gün gelecek şehrin tam merkezinde bu kadınların huzurunda dizlerimin üzerine çöküp af dileyecektim. O günü bekleyemedim. O adama seslendim. Gözlerim çapaklarından iyice arınmıştı. Yoktu o adam. Yine masanın başında kadınların ağıtlarla mühürlenmiş gözlerinin hapsindeydim. Özür diledim. Özür, son kullanma tarihi geçmiş bir şarkı dediler. Söylediler, sonuna kadar dinledim. Ama yine de affettiler. Bir bir gittiler. Boşalan masanın farkına vardım. Tekrar çerçevelerin içine geri döndüler. Başları dik, bakışları aydınlıktı. Birden hepsi kafasını odanın o göremediğim karanlık tarafına çevirdi. O sırada bir kapı belirdi. Aralanan kapıyla içeri bir aydınlık girdi. Kapıda beyaz gömlekli adamı gördüm. Bana gel dedi. Gittim. Bu sefer bembeyaz aydınlık bir odada gözlerimi açtım. Yoktum ama artık var olacaktım. Susmuştum ama konuşacaktım. Sessizdim ama bağıracaktım. Gitmiştim ama dönecektim. Görevlendirildim. Geri gönderildim.

“Bu kızcağız da on gün önce sokak ortasında karısına kurşun yağdıran bir adamın kurşunlarına hedef olmuş.”
“Amannn! Orada ne işi varmış? Niye kaçmamış?”
“Arkasına bakmadan koşmuş zaten ayol!  Öyle diyor görenler. Nasıl olduysa kurşunlar gelip bulmuş. Akciğerlerini parçalamış. 5 saat sürdü ameliyatı. Haftalardır da makineye bağlı. Çok da hırlıyor yavrucak.”
“Elif hemşire, Elif hemşire! Baksana uyandı galiba!”
“Koş, koş doktora haber ver! Yırttı kefeni valla!        

09.12

Yorumlar

Popüler Yayınlar