Bir Tabak Toprak
23
Eylül 1945 Yorgo Seferi
Boşluktaydı
ayaklarım. Ahşap zemine basmadığımın da farkındaydım. Hatta ayakta duran değil,
uyuyanın ben olduğumun da… “Nerdeyim?”
diye sordum. Kendimi bir sandalyede oturur halde buldum. Birden upuzun bir masa
belirdi önümde. Onlarca boş sandalye vardı masanın çevresinde. “Buyurun”
dedi. Aşina olmadığım yüzler masanın
etrafında belirdi. Onca kadın birden nerden çıktı, anlamadım. Gözlerim tekrar
duvardaki çerçevelere takıldı. İçleri boşalmıştı. Evet, tam karşımda oturan,
biraz önce fotoğrafta göz göze geldiğim kadındı. Bir çerçevenin içindeydiler.
Ölüydüler. Sessizdiler. Nefessizdiler. Nasıl dirildiler? Yine saatime baktım.
Zaman hâlâ yoktu. Kim olduğuma dair
hatırladıklarım gözlerimin çapağını fark ettiğim âna kadardı. O zaman bu bir
rüyaydı. Kesinlikle uyanacaktım. Garip bir ürpermeyle irkildim. Adamın nefesini
ensemde hissettim. Elinde neşter, dünümü, bugünümü kesip biçmesini izledim. Dalda
kalmış, kışın ayazına direnen son yaprak gibi titredim. Düşmeyecektim. Bir
sonraki bahar kaldığım yerden devam edecektim. Keşke nereden başlayacağımı da
bilseydim. Bu rüyadan biri beni uyandırana dek kan kokusuna, onlarca ölü ama hüzünlü
kadının bakışlarına, o adamın soğuk nefesine direnecektim. Öyle karar verdim. Tam
derin bir nefesle ciğerlerimi dolduracaktım ki tıkandım, yarım kaldım. Elim,
kolum, ayağım, bacağım, kafam sanki her şey fazlaydı. Tüm bedenimde tanımsız
bir ağrı vardı. Belki de benden bakışlarını çekmeyen, gözleri ağıt yakan
kadınların ağırlığıydı. “Zavallıcık” kelimesinden ibaretti artık ismim. Derin
bir sessizlik oldu. Sonra kim bilir ne zamandır tam ensemde hissettiğim adam, masadaki
herkesi ayaklanmaya çağırır gibi bağırdı: “Anlatın! Son durum nedir?” Ne
anlatacaklardı? Neden o odada olduğumu mu? Neden bunca kadınla önümüzde içi
toprak dolu tabakların olduğu bir masada oturduğumu mu? Neden ben masada
otururken, diğer benin kanlar içinde yatakta uyuduğunu mu? Neden
tahtakurularının çıkardığı biipp sesi yükseldikçe odanın karardığını mı? Hangi
birine cevap vereceklerdi. Sormadım. Sadece aklımdan geçirdim. Bekledim.
Başladılar. Çok kalabalıktılar. Konuştular. Günlerce anlattılar. Her birine
konuşma sırası geldikçe tabağın yanına bir bıçak, bir silah, bir dirgen, bir
halat çıkarıp koydular. Acıya ve ölüme dair ne kadar kelime varsa aralarında
paylaştılar. Ağladılar. İyileşmek zor dediler. Nasıl iyileşebilirlerdi ki,
zaten ölüydüler. Hep tazeydi acıları. Sonsuz kat açılmış arasına kan, gözyaşı,
savunmasızlık serpilmiş katmer gibiydiler. Her bir katı araladıkça arasından
sindirilmesi zor acılarını döktüler. Köşe başında kocasının tek kurşunu ile hangi
gün tanıştığını, bir kapı arkasında sıkıştırılan çocukluğunu hangi adamların
ilmek ilmek söktüğünü, sevdaya tutuldu diye babası tarafından hangi dirgene
kurban diye sunulduğunu, her yanında sigara söndürülmüş bedeninin hangi alkol
festivalinde tümden ateşe verildiğini, perdeyi aralayıp sokağa baktı diye
bembeyaz teninin hangi renk kemere dost edildiğini… Dinledim. Yetmedi. İnledim.
Ilık ılık akan gözyaşlarını bir bardağa doldurup bana uzattılar. “Damardan
verin” dedi o adam. Günlerce bitmedi. Günlerce içtim. Bir hortuma bağladılar.
Ben unuttukça o kadınları, hortumla ciğerlerime keder yüklediler. Bana işkence
ettiler. Damarlarımdan günde altı kez kanımı çektiler, yerine gözyaşlarını
yüklediler.
Kapalı kaldığım o odada her gün aynı şeyi sorguladım. Ben
kimdim? Bu kadar ölü kadını hatırlamadığım geçmişimden mi getirmiştim? Kimden
miras kalmıştı bu kadınlar bana? Günlerce virgül koydular hikâyelerine. Masanın
göremediğim ucu son bulacak mı, biri nokta koyacak mı merakıyla her seferinde ayaklandım.
Masadan kalktım. Kolumdan yakaladı beni o adam. Bağırdım. İmdat çığlıklarımı
duymadı ne annem ne babam. Nefes alamadım. Bir hırıltı geldi yine ciğerimden,
tıkandım. Sesim tökezledi, odanın karanlık köşelerinde sızıp kaldım. Milyonlarca
tahtakurusu her yanımı sardı. Biip sesi odanın içinde ölüm çığlığı gibi
yankılandı. Bir yataktaki ben, bir de uyanıp bu odadan kaçmak isteyen ben vardı.
Her seferinde kolumdaki saate baktım. Zaman hep yoktu. Zaman hiç yoktu. Hep,
hiç oldum. Zaman hazırlanıyordu. Belki kendisi de bir dakika sonra ne olacağını
bilmeden içimden gelip geçiyordu. Kaç gün geçti bilmiyorum. Gün yoktu. Gece
çoktu. Anladım. Bunlar hep sessizim diyeydi. Sessizliği doğru bilmiştim. Ben
hep arkamı dönüp gitmiştim. Gitmekle kalmanın aynı olduğunu zannetmiştim. Bu yüzden ölü kadınlar tarafından lanetlendim.
Şehrin en ücra köşesinde tek odalı bir evde hapsedildim. Cezam kesilmişti. Gün
gelecek şehrin tam merkezinde bu kadınların huzurunda dizlerimin üzerine çöküp
af dileyecektim. O günü bekleyemedim. O adama seslendim. Gözlerim çapaklarından
iyice arınmıştı. Yoktu o adam. Yine masanın başında kadınların ağıtlarla
mühürlenmiş gözlerinin hapsindeydim. Özür diledim. Özür, son kullanma tarihi
geçmiş bir şarkı dediler. Söylediler, sonuna kadar dinledim. Ama yine de
affettiler. Bir bir gittiler. Boşalan masanın farkına vardım. Tekrar
çerçevelerin içine geri döndüler. Başları dik, bakışları aydınlıktı. Birden hepsi
kafasını odanın o göremediğim karanlık tarafına çevirdi. O sırada bir kapı
belirdi. Aralanan kapıyla içeri bir aydınlık girdi. Kapıda beyaz gömlekli adamı
gördüm. Bana gel dedi. Gittim. Bu sefer bembeyaz aydınlık bir odada gözlerimi
açtım. Yoktum ama artık var olacaktım. Susmuştum ama konuşacaktım. Sessizdim
ama bağıracaktım. Gitmiştim ama dönecektim. Görevlendirildim. Geri gönderildim.
“Bu kızcağız da on gün
önce sokak ortasında karısına kurşun yağdıran bir adamın kurşunlarına hedef
olmuş.”
“Amannn! Orada ne işi varmış? Niye kaçmamış?”
“Arkasına bakmadan koşmuş zaten ayol! Öyle diyor görenler. Nasıl olduysa kurşunlar
gelip bulmuş. Akciğerlerini parçalamış. 5 saat sürdü ameliyatı. Haftalardır
da makineye bağlı. Çok da hırlıyor yavrucak.”
“Elif hemşire, Elif hemşire! Baksana uyandı galiba!”
“Koş, koş doktora haber ver! Yırttı kefeni valla!”
09.12
Yorumlar
Yorum Gönder