Kader Dağıtıcısı


Üç gündür konuşmuyor benimle. Sadece benimle mi? Kendi kendine bile tek kelime etmediğine eminim.  Kalkmadan öylece oturuyor, hep çok rahatsız olduğunu söylediği pencere dibindeki koltukta. Dışarıyı izliyor. Dünyanın kapıları kapanmış da dışarıda bırakılmış gibi yalnız, daracık, kasvetli çıkmaz sokağa bakıyor. Gözlerini dahi kırpmıyor. Ara ara konsolun üzerindeki fotoğrafın bıraktığı boşluğa kaymasa gözleri, öldüğünü düşündürecek kadar donuk... Aç, susuz, sessiz, art arda yaktığı sigaraların dumanında kaybolmak istercesine hareketsiz oturuyor.

Bir fotoğraf, dört kişi. Yüzlerimizde düşman mahallelerden getirilip aynı takımda maç yapmak zorunda bırakılmış çocukların havası var. Annem isteksiz, babam tedirgin, abim Memed umursamaz ki o biraz da zekâ geriliği olduğundan, benim şaşkınlığımsa fotoğrafta sadece üç aylık oluşumdan. Bizimki herkesin evindekilerden biraz farklı bir aile fotoğrafıydı. Ne güneş batarken bir iskelede, ne bir atlıkarıncanın çevresinde, ne de piknik ortamında çekilmiş mutlu bir aile fotoğrafı. Öylece bir çıkmaz sokak ortasında, yersiz yurtsuz kalmış insan kalabalığı gibi. Yalan da değil. Annemin anlattığı kadarıyla İstanbul’a göçtüğümüzün haftası, yeni evimize taşındığımız ilk gün çekilmiş. Fotoğrafın çekildiği gün kaderimiz yazılmış; yetmemiş, herkes bilsin diye bir daha değişmeyecek o ifadeler sanki yüzlerimize kazınmış.

Dedim ya herkesin evinde olanlardan biraz farklı bir aile fotoğrafı diye. Durduğu yer sürekli değişti. Eve ilk geldiğinde hemen özenle salondaki konsolun üstüne yerleştirilen ya da sabah güneşinin vurduğu duvara güzel bir çerçeveyle asılanlardan değildi. Önceleri annemle babamın yatak odasında duruyordu. Boyuna dört adım, enine üç adım küçücük odanın en önemli demirbaşlarındandı.  Yayları gıcırdayan yatağın tam karşısındaki aynanın köşesinde bekliyordu. Konuşabilse, kendine konsol istemesinden korktukları için aynaya dost olsun diye, sus payı verilmiş gibi iliştirilmişti sağ alt köşesine. Sonra bir gün aynadan koparıldı. Memed kaybolduktan iki gün sonraydı. Fotoğrafta babamın şefkatle elini tuttuğu abim, parkta oynarken kaybolmuştu. Annemin çığlıkları, tok uyumayı kâr sanan insanların doldurduğu apartmanı beşik gibi salladı. Babamın annemi sakinleştirmeye çalıştığı dakikalarda o fotoğrafa bakıyordum. Memed’le vedalaşıyordum. Çünkü geri dönmeyeceğini biliyordum. Kaybolduğu gün de üstünde fotoğraftaki gibi beyaz V yaka merserize bir kazak vardı. Boş bakan gözleri, bir şey söyleyecekmiş gibi hep hafif aralı duran ağzı ve asla kaldıramadığı, dik tutamadığı omuzları… Memed hep o fotoğraftakiyle aynıydı, aynı kaldı. Sadece boyu uzuyordu. Ne kadar uzarsa uzasın hep elini tutacak birine ihtiyacı olacağını biliyorduk oysa. Bu yüzden babamın Memed’i parkta neden yalnız bıraktığını hep merak ettik. Hiçbir zaman öğrenemedik. O yetmedi, bir de apartmanda zekâ geriliği olduğu için Memed’i parkta bırakıp kaçtığımız dedikodusu yayıldı. İşte o gündü. Annem bir hışımla ailemize, Memed’e ait tek fotoğrafı yatak odasından çıkardı. Çerçeveye yerleştirip evin hemen girişindeki sehpanın üstüne koydu. Herkesin göreceği bir yere. Ondan hâlâ umutla haber beklediğimizi anlatmak istercesine,  tam da telefonun yanına. Koca beş yıl o çerçeve hep orda durdu.

Annem ne zaman başımıza gelenler için oturup ağıt yaksa, “Hepsi onun suçu, o kader dağıtıcısının suçu” diyordu. “Öyle birden karşımıza çıktı. Simsiyah saçları, siyah minik güneş gözlükleri, bir de siyah uzun pardösüsü vardı. Fotoğrafınızı alabilir miyim demişti. Yabancısıyız tabii biz de buraların. Öylece durduk. Elindeki makineye baktık. Ne bilelim bu şehirde kader bir makineyle dağıtılıyor.” der; ağlar, susar, yine aynı hikâyeyi anlatır, ağlar, susar, arada kapıya gelen komşu ile dedikodu yapar, kapıyı kapatır, bıraktığı yerden “Kader dağıtıcısıydı işte, iyi bir şey yazacak olsa simsiyah giyinmezdi değil mi?” diye söylenir, ağlar, susardı. Aynı ağıtı senelerce dinledim. Ne diyordu o şarkı: “Seni hem sevdim, hem senden nefret ettim.” misali o fotoğrafın hem hayatımızı mahvedişine hem de evin başköşesinden bizi izleyişine hep sabrettim.

İki hafta önceydi.  Babam akşam eve gelmedi. Annem tedirgindi, ben sakin. Ha fotoğrafın içindeydi babam, ha evin.  Ertesi gün de gelmedi. Aldım fotoğrafı koydum salondaki konsolun üstüne. Sırf annem babamın o tedirgin, korkak, hüzünlü, bu şehir bizi yutacak bakışlarının eksikliğini hissetmesin diye. Fotoğraf da yetmedi.  Annem, “O da Memed gibi geri gelmeyecek” dedi. İki gün sonra polisten gelen telefon annemi haklı çıkardı. Babam Memed’in kaybolduğu parkta tek kurşunla fotoğraftan müsaadesini istemişti. Silahı nerden bulmuştu, kafasına sıkacak kadar cesareti hangi ara biriktirmişti merak etmedim. Cenaze sırasında da, komşuların yalancı “vah vah”larında da hiç gözyaşı dökmedim, helva yiyip durdular, yemedim. Dedikodu sever komşumuz Gülten teyze konsolun üstündeki fotoğrafı görüp çığlığı basana kadar da kimseyle ilgilenmedim. “Kız baksana bu seneler önce mahallede dolanan garip kılıklı kızın çektiği fotoğraf değil mi? Bakkaldan dönerken beni de çekmişti.” dedi. Annem gözyaşlarına ara verdi, kafasını sallayıp tasdikledi. “Güya fotoğrafınızı getireceğim demişti ama… Ee size ne zaman getirdi?”  Getirmemişti. Posta kutusuna bırakılmıştı. Kan kırmızısı bir zarfı vardı. O günü hatırladım. İrkildim. Yutkundum. Korktum. Kader dağıtıcısının bir tek bizim için döndüğünü anlayınca salon kapısının eşiğinde gözyaşlarına boğuldum. Sıra bana gelmişti artık biliyordum.

Üç gün önce sabah ezanıyla uyandım. Konsolun üzerinden fotoğrafı aldım.  Gün daha aydınlanmadan kazağımın altına saklayıp sokak sokak çöp konteynırı aradım. Dört sokak ötede bir tanesine rastladım. Önce apartmanların pencerelerine baktım. Kimsenin olmadığını görünce geceden cebime koyduğum çakmağı çıkardım. Tam yakacaktım ki arkasındaki yazıyı fark ettim. “Bu şehirde her gün öldük öldük de musalla taşına varamadan dirildik.” yazıyordu. Annemin yazısı mıydı bilmiyorum. Bir korku sardı beni. Önce dizlerim, sonra ellerim titredi. Yine de vazgeçmedim. Fotoğrafı bir ucundan yakıp konteynırın içine attım. Artık bir sonra ölen ben olmayacaktım. Memed de, babam da yapamamıştı ama ben kader dağıtıcısına başkaldırdım. Eve dönünce beni kapıda karşılayan anneme fotoğrafı yaktığımı, kader dağıtıcısını öldürdüğümü anlattım. Yüzümde şaklayan tokadın acısından çok, anneme “Benim ölmemi o fotoğrafa tercih eder miydin?” diye sorsam, evet diyeceğini bildiğim için ağladım.  Zaten annemin koluna attığı montundan, bileğine astığı çantasından farksız, beni bir oyuncak bebek gibi taşıdığı o fotoğrafı ilk gördüğümde, beni sevmediğini anlamıştım.


Yorumlar

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar