Benim hayatım, benim filmim, benim Oscar’ım…
bu yazı www.filmloverss.com/ için yazılmıştır.
Siz bu yazıyı
okuduğunuzda benim 10 Ocak 2013 saat 15.00 sularında çektiğim isyan bayrağı
göklerde dalgalanıyor olacak. Ve o bayrak Oscar ödüllerinin dağıtıldığı geceye
kadar bir sağa bir sola savrulacak.
Ödüller, sanatın
birçok dalında dağıtılan, adayların açıklandığı günden, sonuçların açıklandığı
güne kadar hep tartışma yaratan ödüller... Açık olmak gerekirse sanatın hangi
dalı olursa olsun dağıtılan ödülleri takip etmekle beraber çok fazla ciddiye
alanlardan değilim. Çünkü sinemada, tiyatroda, edebiyatta, müzikte ve daha nice
sanat dallarında bazı eserlerin ödüllendirilmemesinin o eserlerin
yaratıcılarından çok o eserin izleyicisine, okuyucusuna, dinleyicisine
haksızlık olduğunu düşünürüm. Bana birebir aynı hayatı yaşayan kaç tane insan
gösterebilirsiniz? Hiç. Dolayısıyla bir
filmin, bir kitabın ya da bir şarkının her insan üzerinde aynı etkiyi
bırakmasını bekleyemezsiniz. Eğer o sanat dalıyla birebir uğraşan biri
değilseniz o esere profesyonel açıdan değil, duygularınızla bakarsınız. Bizler
değil miyiz, bizi anlattığını düşündüğümüz bir şarkıyı arka arkaya defalarca
dinleyen, bizler değil miyiz, kendimize yakın bulduğumuz bir roman kahramanı ya
da yaşamak istediğimiz dünyayı anlattığı için bir kitabı başucumuzdan ayırmayan...
Evet, bizleriz. En azından ben böyleyim. Bu yüzden de sanat dallarında verilen
ödüllerin o sanatçıları teşvik etmesi ve belki de hiç dikkat çekmeyecek bir
eserden daha geniş kitlelerin haberdar olmasını sağlaması dışında bir önemi olmadığına
inananlardanım. Ee daha ne olsun diyenleriniz için, ya benim duygularım ne
olacak?
Gelelim isyan
bayrağının niye dalgalandığına.
Oscar
ödüllerinde her zaman en çok ilgilendiğim “Yabancı Dilde En İyi Film”
kategorisi olur. Geçen sene özellikle beğeniyle takip ettiğim İran
sinemasından “Bir Ayrılık” isimli filmin
Oscar’ı kazanması beni çok mutlu etmişti.
Ve 2013… Bu sene
ilk kez 71 ülkeden film katıldı. Son 5’e Amour (Avusturya), War Witch (Kanada), No (Şili), A Royal Affair
(Danimarka), Kon-Tiki (Norveç) kaldı. Bu filmlerin birçoğunu izledikten sonra bu yıl
daha iyi bir film izleyemem herhalde diye içimden geçirmiştim. Ama siz ne
olursa olsun Oscar ödüllerine takılmayın. Vaktiniz olursa son 5’e kalmış değil,
son 9’a kalmış tüm filmleri izleyin. Ve özellikle isyan bayrağını çekmeme sebep
son 9’a kalmayı başarmış ama son 5’te kendine yer bulamayan “Intouchables” ve
“Beyond the Hills” i izlemezseniz çok şey kaybedeceğinizi bilmenizi isterim.
“Peki, sence son 5’e hangileri kalmalıydı?” diye soranlarınız için sanat
ödüllendirilmeli mi sorusu benim açımdan burada devreye giriyor, çünkü
bilmiyorum. Neden mi? Bunu en son
söyleyeceğim. Aday filmlerin konusuna kısaca bir bakacak olursak:
Amour: Bir tarafta Altın Palmiye’yi nasıl
aldığını anlayamayanlar, bir de filme laf kondurmayanlar var. Film aşk,
yaşlılık, hastalık ve ölüm sarmalında geçen, iki yaşlı çiftin derin ve
dokunaklı hikâyesini anlatıyor. Filmde, günlük hayatta çiftlerin birbirlerine
şaka yoluyla sorduğu “Bir gün bana bir şey olsa mesela yatalak olsam, bakar
mısın?” sorusuna “Evet” diyebilmenin değil, bunu gerçekten yapabilmenin
zorlukları anlatılıyor. Film hastalığın insan üzerinde yarattığı travma ve o
psikolojik değişimin her iki tarafa, hastalığın kendisinden çok daha fazla acı
verdiğini net bir şekilde ortaya koyuyor. Oldukça ağır tempoda ilerleyen film,
konusundan da anlaşılacağı gibi depresif ve biraz sinirleri zorluyor. Filmin
konusu ilgilinize çekmese bile Jean- Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva’nın
inanılmaz oyunculuğu için izlemenizi öneririm.
War Witch: 2012 başıydı.
İnternette “Stop Kony” diye bir video yayılmaya başladı. Konuya yabancı
değildik. Afrika’nın tek sorununun sadece açlık değil, yıllardır çocuk yaşta
kaçırılıp savaşmaya zorlanan çocuklar olduğunu biliyorduk. İşte bu film tam da
bunu anlatıyor. Afrika’da köyünden, ailesinden koparılan, eline ilk kez silah
verildiğinde ailesini öldürmeye zorlanan 12 yaşındaki bir kızın, Kongolu
Komona’nın hikayesi… Komona’nın ormanın derinliklerinde, elinde silahıyla
bozulan psikolojisini, öldürdüğü insanların hayatına hayaletler olarak nasıl
geri döndüğünü ve Komona’nın savaştığı bir sırada değil duyduğu vicdan azabı
yüzünden ruhsal açıdan nasıl öldüğünü anlatıyor. Şu anda Afrika’da yaşananları
biliyorsanız, sadece bir film deyip geçemiyorsunuz.
No: 1988 yılında sekiz yıl daha görevde kalıp kalmayacağının
belirlenmesi için diktatör Pinochet Amerika tarafından referanduma gitmeye
zorlanıyor. Pinochet’in devrilmesi için bu referandumun en uygun zaman olduğunu
düşünen muhalefet halkın “Hayır” oyu
kullanması için ciddi bir reklam kampanyası başlatır. Kampanyanın başına genç
bir reklamcı olan René
Saavedra (Gael Garcia Bernal) getirilir.
Ama Rene’nin reklamlarda halka, Pinochet giderse özlediğiniz hayata
kavuşacaksınız, stratejisi ile ideal bir yaşam profili çizmeye çalışmak
isterken, muhalefet reklamlarda Pinochet’in o güne kadar yaptığı zulümlerin
gösterilmesini istiyor. Kapitalist bir reklamcı ile hizmet ettiği sosyalist
muhalefetin kendi içindeki savaşı anlatılıyor. Başta 2012 Cannes Sanat-Sinema olmak üzere birçok festivalden sayısız
ödülle dönen film, Pinochet’in bir reklam kampanyası ile devrilmesi hikâyesini
anlatıyor gibi gözükse de temelde reklamların hayatımızdaki yerini ve toplum
üzerindeki etkisini sorguluyor. Her türlü klişeden uzak, hem dramatik sahneleri
hem de politik bir tarafı olan film, medyanın ve reklamın tarihi değiştirmedeki
gücünü gösteriyor.
A
Royal Affair: 18. Yüzyıl Avrupa’sı… Avrupa’nın Rönesans
ve Reform hareketlerinin yol açtığı Aydınlanma Çağına girdiği dönem. Yer Danimarka. Filmde psikolojik sorunları
olan ve akli dengesi yerinde olmayan Danimarka kralı Christian VII’a hekimlik
yapmak üzere göreve kimsenin Aydınlanma yanlısı olduğunu bilmediği Alman hekim Johann Friedrich Struensee getirilir. Kralla kimsenin
kuramadığı bir bağ ve diyalog kuran hekim bir süre sonra tek başına kanun
alacak bir yetkiye sahip olur. Ancak toplumsal yaşamı kökten değiştiren,
halkı yaşadıkları zulümden kurtaran kanunlar almaya başlayan hekim Johann Friedrich Struensee karşısında bu durumdan rahatsız olan
asilleri bulur. Ve asillerin onu durdurmak için elindeki tek koz Johann
Friedrich Struensee’in, kralın
eşi Kraliçe
Caroline Mathilde ile yaşadığı yasak aşk olur.
Tarihi gerçekleri anlatan oyunculukları, kostümleri, müzikleri ile göz dolduran
film The Madness of King George’dan sonra
bence belli bir dönemi anlatan en iyi film. Özellikle tarihe ve dönem
filmlerine ilgi duyanların muhakkak izlemesini öneririm.
Kon- Tiki: 1947
yılında Norveçli bilim adamı ve kâşif Thor Heyerdahl Güney Amerikalıların
Kolomb’dan bile önce Polinezya’yı keşfettini anlattığı bir bilimsel tez yazar. Basılmak üzere tezini götürdüğü tüm
yayıncılar o dönemin şartlarıyla yapılmış bir sal ile okyanus ötesi böyle bir
yolculuk yapmanın mümkün olmadığını söyler. Azimli bilim adamı Thor Heyerdahl,
5 arkadaşı ile beraber bunun mümkün olduğunu kanıtlamak için sadece yerlilerin
kullandığı malzemeleri kullanarak hazırladığı sal ile yola çıkar. Ve 8000 km
yol kat ederek gerçekten de bir mucizeye imza atarak Polinezya’ya varır. Filmin
gerçek bir hikâyeyi anlatması dışında belki de en ilginç yanı, filmde Thor’un
yolculuk boyunca elinden bırakmadığı kameraya çektiği gerçek görüntülerin 1951
yılında Akademi ödüllerinde en iyi belgesel dalında Oscar ödülünü almış olması.
Birçoğumuzun bu filmle ismini öğrendiğimiz bilim adamının idealizmini, yaptığı
işe olan tutkusunu, inancını ve mücadelesini anlatan film bir yandan da tarihi
kabullerin nasıl değiştirilebildiğini anlatıyor. Tarih ya da bir bilim adamının
çılgınlığı ilginizi çekmese bile bu film oldukça uzun süren inanılmaz okyanus
sahneleri için bile izlemeye değer.
Ve gelelim benim
bu listede olmamasına çok üzüldüğüm ve isyan bayrağını açmama sebep filme “Intouchables”
Bu film de yukarıda anlattığım No,
A Royal Affair ve Kon Tiki gibi gerçek bir hikâyeye dayanıyor.
Aristokrat
zengin bir işadamı olan Philippe bir kaza sonrası felç olur ve boyundan aşağısı
tutmaz. Ona bakıcılık yapacak, onun eli, kolu olacak ve her gün her saat
yanından ayrılmayacak bir bakıcı aranır. Driss ise hapishaneden yeni çıkmış,
Paris’in arka sokaklarında yoksullukla savaşan, çok çocuklu bir ailenin
oğludur. Ve sürprizlerle dolu hayat onları bir araya getirir. Bilmediğimiz, bu güne kadar izlemediğimiz
hikayelerden değil. Ama sanırım ilk kez bu kadar içten, bu kadar samimi… Gerçek
bir dostluğun ne zaman, ne şekilde karşımıza çıkabileceğini bilmediğimizi,
normalde hiçbir şartta yan yana gelmemizin mümkün olmadığı insanların birden
hayatımızın merkezine oturup dostluk sözcüğünü yeniden tanımlamamıza nasıl
sebep olabileceğini anlatıyor film. Çünkü Philippe’in hayatı Driss ile,
Driss’in ki de Philippe ile değişiyor. Farklı sebeplerden dolayı her iki taraf
için de çekilmez olan hayat, hız limitini aşıp sonrasında polislerle dalga geçmeye gidecek
kadar eğlenceli bir hal alıyor. Filmin sonunda hikâyenin gerçek kahramanı ve şu
anda Fas’ta yaşayan Philippe Pozzo Di Borgo ve bakıcısı Abdel
Sellou’u gördüğünüzde filmden aldığınız keyif bin kat daha artıyor.
Yazınının
başlığında olduğu gibi benim hayatım, benim filmim, benim Oscar’ım…
Yıllardır
reklamın toplum üzerindeki etkisini ve gücünü gözlemlediğim için benim Oscar’ım
No’ya,
Birçoğumuz gibi
savaşın, en çok çocuklar üzerinde bıraktığı etkiye üzüldüğüm için benim
Oscar’ım War Witch’e,
Tarih filmlerine bayıldığım için benim Oscar’ım A Royal Affair’e,
İdealleri uğruna
savaşan ve asla pes etmeyen insanların hayatını merak ettiğim için benim
Oscar’ım Kon Tiki’ye,
Ve bir gün
hepimizin yaşaması muhtemel bir hikâyeyi bize sinema perdesinde yalın ama derin
bir anlatımla gözlerimizi önüne serdiği için benim Oscar’ım Amour’a gidiyor.
Sonuç mu? Hepsi
ben gibi, benim hayatım gibi özetle hepsi benim bebeğim gibi. :)
Sizin hayatınız,
sizin filminiz, sizin Oscar’ınız bambaşka filmlere gider belki…
Kim bilir?
İyi seyirler
Yorumlar
Yorum Gönder