Halfeti, her şeye rağmen gülen çocukların meskeni




Bu geç kalmış hem de çok geç kalmış bir yazı. 

Gerçekten nasıl yazacağımı, nasıl anlatacağımı bilmediğim birkaç hikayem gibi aylardır aklımın bir kenarında bekledi. Her şey gibi onun da zamanı varmış. Şimdi tam da zamanı… Niye mi?

Hani şu serbest kıyafet konusu var ya, hepimizin konuştuğu ama alınan kararı değiştirmeye gücümüzün yetmediği, işte tam da bu konudan hareketle aylarca önce belki de hayatımın en önemli tecrübesi olmuş bir hikaye anlatacağım sizlere. Hayır, bu sefer kurgu değil,  tam da hayatın içinden, en gerçeğinden, en düşündüreninden, insanın elini kolunu bağlayan, boğazına yumruk gibi çöken, yüreğe oturanından…

Halfeti, herkesin sular altında kalan haliyle bildiği Şanlıurfa’nın güzel ilçesi…  22 Nisan 2012'de canım arkadaşım Cansu ile çıktık yola. Duyduk ki Halfeti’de bir köy okulunda anaokulu sınıfının bazı ihtiyaçları varmış. O okulda çocuklar için canla başla çalışan Tuğbanur öğretmen yardım toplayıp sınıfın eksiklerini gidermek için internet üzerinden çağrıda bulunmuş. Bir iki haftada dostlara haber saldık. Elimizden geldiği kadarını topladık, eksik kalanları satın aldık 23 Nisan’da onların 23 Nisan için hazırladıkları gösterileri de izleyebilmek düşüncesiyle yola çıktık.

Köy Gaziantep’e yakın olduğu için uçakla Gaziantep’e, Gaziantep merkezden bir dolmuşla Şanlıurfa Birecik’e vardık. Orada Tuğbanur öğretmenle tanıştık. Köye sabah, öğleden sonra olmak üzere iki kez dolmuş kalktığını öğrendik. Bekledik. Sonra bir dolmuşla uzun ince bir yoldan Tuğbanur hocanın yaşadığı Argıl köyüne vardık.  

Köyü gezmek için yola çıkarken yaşayacaklarımın yüreğimde yara olacağını, hayatımın bir köşesinden bana bakmaya devam ederken, zaman zaman nefes almanın dahi ne kadar zor olacağını bilemedim.


Küçük dünyası olan büyük yürekli insanların yaşadığı sokaklardan birinde eski, terk edilmiş bir taş ev görünce her şehirli gibi merakla içeri daldık.  O ana kadar biz köye yabancıydık, köy bize… Evin bahçesinde, merdivenlerinde fotoğraf çekilirken fark ettik bize bakan o sokağın çocuklarını… Tedirgindiler, bir o kadar da meraklı. Birkaç kez çağırdıktan sonra gelmeye, beraber fotoğraf çekilmeye ikna ettik o güzel kızları. Üstlerine, başlarına bakınca fark ettik onların da ihtiyaç sahibi olduklarını. O anda sadece bakıştık Cansuyla. Biz hangisine, kaç tane çocuğa yetebilirdik? Zaman geçince anneleri geldi. Anadolu insanının o cana yakın haliyle ayaküstü sohbet ettik. Güzel gözlü Medine kucağımda, köyü en iyi görebileceğimiz Sıdıka Teyze'nin evinin çatısında bulduk kendimizi. Köyü izlemek için çatısına çıkana kadar tanımadığımız Sıdıka Teyze haber vermeden gittiğimiz için bizi paraladı. "Size dolmalar yapardım. Bir bardak çay koyardım." diye bizi ağırlayamadığı için üzüldü ya, bize evini açtığı için bile ne kadar mutlu olduğumuzu anlatmak zaman aldı. 

Yol yorgunuyduk. Bir de eve gidip Tuğbanur, Zöhre öğretmen ve Cansu ile hep beraber getirdiğimiz yardımları ayıracaktık. Onlar biliyordu kimin neye ihtiyacı olduğunu. Ama olmadı bir türlü biz çocuklardan kopamadık onlar da bizden. Birden tanışıp bir iki saat beraber harcadığımız çocukların gitmeyin ısrarları, sarılmaları karşısında kalakaldık. Orada neden olduğumuzu bile bilmiyorlardı. Öğretmen arkadaşımızı görmeye geldik dedik. Bizi bıraksınlar diye bir sonraki gün gelmek üzere söz verdik.


23 Nisan’da önce okulu ziyaret ettik. Birbirinden güzel yüreklerin dünyasında bu ülkenin gerçekleriyle yüzleştik. Yoksullukla, yoksunlukla… Bir saç tokasını görünce duygulanan, ufacık bir oyuncağı görünce heyecanlanan, bir çikolatayı görünce şehirli çocukların asla olamayacağı kadar mutlu olan… Tuğbanur ve Zöhre öğretmen kendi imkânlarıyla hazırlamışlardı çocukların 23 Nisan kıyafetlerini. Bulmuş buluşturmuş, üşenmemiş günler belki de haftalar öncesinden kendi elleriyle dikmişlerdi. O süslü kıyafetler birçoğunun ilk kez giydiği en renkli kıyafetlerdi.

Yoktu işte, adı yokluktu. İlk kez böylesi utandım. En sade kıyafetlerimizle ordaydık ama üstümdekilerin yeni duruşundan, tüm çocukların dikkatle baktığı elimdeki telefondan, zamanında beğendiğim bir ayakkabının birkaç rengini alan bir insan olmaktan, gülüyor olmaktan, sahip olduklarım için yeteri kadar şükür etmiyor olmaktan utandım, utandım da yerin fersah fersah altına geçtim.

Kendime söz verdim. Hiçbirinin yüzünü unutmayacaktım. Ne götürdüklerimiz arasında istediği gibi pembe bir çanta çıktığı için sarılan Havin’i, ne köye nadiren gelen kepçe operatörünü izledikten sonra kepçe operatörü olmaya karar veren Ramazan’ı, ne muhteşem resimler yapan yetenekli çocuk Servet’i, ne o sessiz mahçup mavi gözlü Nazlıcan’ı, her şeye rağmen kahkahalar ile gülen Hasan’ı, kızıl saçlarıyla ışık saçan Maide’yi, hiçbirini unutmayacaktım.

Unutmayacaktım, unutmadım. Dağıttığımız çikolata ve şekerleri aldıktan sonra dayanamayıp yanımıza gelen öğretmenim benim evde küçük kardeşlerim var onlar içinde çikolata var mı diyen beş altı yaşındaki çocukları nasıl unutabilirdim ki? Ve eğer gücüm yeterse…


Bol bol fotoğraflarını çektik, fotoğraf çekildik. Birçoğunun ilk fotoğrafıydı. Fotoğrafları çekildikten sonra heyecanla yanımıza koşup görmek istemeleri öyle gerçekti diye öylesi incitti ki…

Okuldan çıkarken Dursun abla geldi. Tuğbanur, Zöhre öğretmen Dursun abla diyordu oysa benden yaşça çok küçüktü. 20’li yaşlarının ortasında, beş çocuklu, mahçup, yoksulluğun yaşlandırdığı Dursun kadın… Başı önünde, gözleri yerde, okul çağında olmayan çocukları kucağında teşekkür etmeye gelmişti.

Teşekkür altında ezilmek nedir bilir misiniz siz? Onun çocukları için yapılmış ufacık bir iyilik karşısında bizim önümüzde başı eğik, mahçup, gözü yaşlı teşekkür etmesi bizim ayıbımız değildi de neydi! Hadi hayat herkes için aynı değildi, hepimizin sınavının farklı şeyler olmasına karar vermişti de Yaradan, ya bizler, paylaşmayan, kendine beş alırken bir tane de ihtiyacı olan için alıp kenara koymayan bizlerin insanlığı neye yenildi?


Okulun olduğu köyden tekrar çıktık yola. Bir köyden başka köye. Tuğbanur öğretmenin yaşadığı, diğer köyde bizi bekleyen çocukların olduğu Argıl köyüne… Onların haberi yoktu ama onlar için de hazırlamıştık bir şeyler. Saat öğleden sonra oldu. Aldık emanetlerini yanımıza vardık Tuna sokağa. Yokuşun başında bizi bekliyorlardı. Öyle bir bekleyişti ki… On yaşındaki Ahmet bizim için gelincik toplamıştı da sabah dizmişti yolumuz üstündeki bir duvara. Dedim ya küçük bir köyün büyük yürekli çocuklarıydı onlar diye… Bir havana koydular yüreğimizi, yüreklerinin büyüklüğü ile ezdiler.

Peki gelelim sonuca, hani okullarda artık kıyafet serbest ya,

Biliyorlar mı bu ülkenin dört bir yanında bir terlikle yazı, terliğin içine giydiği çorapla koca kışı geçiren çocukların olduğunu,

Biliyorlar mı bir başka kız çocuğunun pembe ayakkabısı, pembe kazağı var onun yok diye ağlayan kız çocukları olduğunu,

Biliyorlar mı her gün başka bir gömlekle okula gidecek çocuğa karşılık,  sahip olduğu bir gömlek bir tişörtü kardeşiyle değiş tokuş yaparak okula gidecek çocukların bu ülkede doğduğunu,

Biliyorlar mı?

Biliyor muyuz? 

Bugün biliyoruz, yarın unutuyoruz. Çünkü bazen hangi birine üzülelim, hangi birine yetelim derken yorgun düşüyoruz.



Medine, Muhammed, Ahmet, Zilan, Mehmet, Ayşe Nur yüreğimdesiniz. Biliyorum bir gün yine görüşeceğiz.

Neredeyse 8 ay geçti Halfeti'ye gideli ve gitmiyor gözümün önünden bu ülkenin gerçekleri!


Yorumlar

Popüler Yayınlar