Boş Zaman
2012 başında ilk kez yıl boyunca
neleri okuyacağıma dair bir karar aldım. Yeni çıkacak öykü kitaplarına,
romanlara aldırmadan… İlk olarak yıllar önce okuduğum Dünya klasiklerini ve Türk edebiyatının olmazsa olmazlarını tekrar okumaya karar verdim. Yanına da benim
yaşlarımda yeni yazarlardan kitaplar ekleyecektim. İşte bu listeyi oluşturduğum
kağıda “Hakan Bıçakçı okunacak” diye not aldım. Yıllarca adını duyduğum
yazarlardan biriydi ve ne yazık ki okuma fırsatını bulamamıştım. Çok
şey kaçırmışım.
Yılın ilk ayları, tez çalışmam
yüzünden okumak zorunda kaldığım kitaplara ayrılınca Hakan Bıçakçı kitaplarına
ancak temmuz ayında kavuştum. Hangilerini
alacağım konusunda kararsızdım. Malum genç yaşına rağmen –ki kendisi 1978 doğumlu-
birçok kitabı var. Ben Tek Siz Hepiniz (öykü
2011), Karanlık Oda (roman 2010), Apartman Boşluğu (roman 2008), Bir yaz Gecesi Kâbusu (öykü 2005), Boş Zaman (roman
2004) Rüya Günlüğü (roman 2003) Romantik Korku (roman 2002)
Ne mi yaptım? Kitapçıya gittim.
Biri öykü biri roman olmak üzere iki kitabını alacağıma karar vermiştim. Ve kitap kapaklarına baktım. Evet, kitap
kapaklarına göre karar verdim. Kitapların kapakları inanılmaz
etkileyiciydi. Şimdi bazılarınızın “Aman
ne bilinçli bir okur, kitap kapağına bakıp hangi kitabı okuyacağına karar
veriyor.” diye eleştirdiğinizi duyar gibiyim. Hayır efendim, önce kitaplarla
ilgili eleştirileri okudum. Biri de, bir kitabı için kötü bir şey söylememiş, ben ne yapayım. Herkes “Aman da aman Hakan Bıçakçı ve okunası
kitapları” tadında... Kötü eleştiriler varsa da ben onlara denk gelmedim. Kaldı
ki sanat söz konusu olduğunda eleştirilere pek itibar ettiğim de söylenemez. Okuduğum
eleştiriler “Hakan Bıçakçı mı? Acayip kötü
bir yazar kitapları da bir halta benzemiyor.” deseydi de herkesin o bir halta
benzetemediği kitapları bu sefer sabırsızlıkla okurdum. Sanat bu, birilerinin
kötü dediğinde siz ne bulacağınızı, size ne hissettireceğini bilemezsiniz. Bu
sene en çok beğendiğim Gergedan Mevsimi, Babamın Sesi, Gözetleme Kulesi gibi
filmleri koca sinema salonunda üç beş kişiyle izlediğimi düşünürsek daha fazla
açıklamaya gerek yok sanırım.
Neyse kitap kapaklarına bakıldı.
İlk önce “Boş Zaman” gözüme takıldı. Zaman takıntısı olan biri olarak ilk önce "Boş Zaman" sonra da öykü kitapları arasından “Ben Tek Siz Hepiniz” seçildi. Her ikisini
de okudum ve çok beğendim. Ama bu yazıda sadece Boş Zaman’dan bahsedeceğim.
Koltuklara çökmüştük. Meraklı gözler üzerine kenetlenmiş beni ağır ağır
kemirmeye başlamıştı. Hastaymışım gibi bakıyorlardı. Tek kusurum geçmişimin
ancak bu sabaha kadar uzanıyor olmasıydı. Ben onların geride bırakmış oldukları
günlerin bir parçasıydım. Hepsi ortak geçmişlerinden bir takım izler ve işaretler
taşıyordu. Bense olmayan geçmişimle onların bu fevkalede düzenini bozuyordum.
Yüzlerine yapışmış olan tereddütlü gülümsemelerin, huzursuz kımıldanışlarının,
kaçan gözlerin arkasında hafızasızlığımdan kaynaklanan derin ve yabani bir
keder vardı.
Kitapta geçirdiği hafıza kaybı
sonrası hiçbir şey hatırlamayan bir adamın kendini arayışı anlatılıyor. Kendini
ararken bir yandan da gözlerini açtığında yanında olanların kim olduğuna dair
ona anlattıklarının ne kadar doğru olup olmadığını sorguluyor. Düşünsenize! Bir gün gözlerinizi açtığınız
evdeki her şeye yabancısınız, karınız olduğunu söyleyen insana, oğlunuza, size
ağlayarak sarılan annenize… Onlar sizi her halükarda sevecek olanlar. Ya
onların da olduğunuzu sandıkları kişi değilseniz. İşte hafızasını yitirmiş
karakterimiz Harun kitap boyunca bunu sorgulayacak. Çoğunlukla bir gerilim filminden
fırlamış rüyalarıyla okuyucuyu da sorulara boğuyor. Sorduğu sorular ile öyle noktalara değiniyor
ki, bu kadar da şüpheci olacak ne var canım diyemiyorsunuz.
"Sen
yirmi yedi yaşındayken, altı yaşındaki bir oğlan çocuğuna tecavüz
etmiştim" dense örneğin, kendimi bu acı veri ışığında yeniden
değerlendirecektim. Aynadaki yüzüm sürekli değişecek. Her yeni cümle yeni bir
bilgi, yeni bir yüz... İki kişinin hayatını kurtarmıştın, iki adam
öldürmüştün, 1994 yılında koskoca bir ormanı yaktın Harun, Heybeliada'da,
kasıtlı, şu ağaçlık var ya, o senin üniversitede başlattığın bir kampanya sayesinde
var, bir ölüyü mezardan çıkarıp, o yaşlı adamı ölmekten kurtardın, nasıl kıydın
zavallıya, bütün öğrencilerin sana tapar Harun, hepsi tiksinir senden, tam
sekiz kere arabanın lastiğini patlattılar, boyası çıkmış kalkit bir İsviçre
çakısıyla bir kız öğrencini boş sınıfın köşesine sıkıştırıp, bir gün okula
gitmesem ararlar: 'Hocamız iyi değil mi, bir şeyi yok?' Can'ı dövmüştün bir
gece, minik burnundan koyu renk kanlar boşalmıştı, hala izi durur halıda,
koltukların yerini sırf bu yüzden değiştirdin, içkiliydin bir hayli, ağzına
içki koymazdın, kırk yılda bir bira o kadar..."
Bıçakçı, hafızasını yitirmiş bir insanın çaresizliğini kitap
boyunca sizi boğmadan, karşınıza sürekli haklı gerekçelerle “Harun da
kaygılanma işini biraz abartmıyor mu?” demenize mani olacak şekilde ortaya
koyuyor. Karısının, ailelerinin
geleceğini söylediğinde kendine sorduğu “Senin
annenlerle benimkileri nasıl ayırt edeceğim? Bu soruyu sormadım, düşündüm
yalnızca.” sorusu ya da öldüğünde hayattayken ne paylaştıklarına dair en
ufak bir fikri olmadığı babasının mezarı başındaki “Bütün kalabalık bana bakıyordu. Yıkılışımı perişanlığımı
ve acımı tüm ayrıntılarıyla incelemeye çalışıyorlardı. Babası toprağa verilen
genç bir adamın hazin tepkilerini canlı canlı izleme olanağı bulmuş olmanın
müthiş hazzı içindeydi hepsi. Bütün yüzüm uyuşmuş, nasıl bir ifadeye
bürüneceğini şaşırmıştı. Öyle ki o an için yüz ifadem benden bağımsızdı.” diye anlattığı
o anlar sorabileceğiniz tüm sorulara, yapabileceğiniz eleştirilere dur diyor.
Kısacası kitabı dili ve kurgusu
ile çok beğendim. Kitabı sonuna gelmeden
tahmin etmeyi seven okurlardansanız Harun’un bolca gördüğü rüyalara takılıp
rüya analizi yapmaktan ya da sorduğu sorulara
sürekli cevaplar aramaktan belki biraz yorulabilirsiniz. Ama bu tamamen okuyucu
ile ilgili. Aksi takdirde hızla okunan, yazar burada ne demeye çalışmış diye
birkaç kez okumaya gerek duyulan cümleler yok içinde. Genelde birkaç kez
okuduklarınız Hakan Bıçakçı’nın müthiş tasvirleri oluyor sadece. Beğendiğim cümlelerin
bir kısmı…
Tanımadığım ama beni tanıyan bütün bu kalabalık, farklı zamanların
içinden fışkıran felçli gözbebekleriyle hiç ses çıkarmadan kanımı emiyordu.
Göremediğim ve dokunamadığım ama kocaman bir ağaca benzediğini
hissettiğim geçmişin kırık dal uçları, kurumuş yaprakları ve kabukları zarfın
içine dolmuştu.
Her soru koca bir kürek dolusu toprak gibi üzerime dökülüyordu.
Dünyaya bilinçli halde gelmiş bir bebek gibiydim. Eşyayla samimi, canlılara yabancı… Nesnelerin
ne olduğunu ve ne işe yaradığını bilen, insanların kim olduğundan ve neşe
yaradığından habersiz. İçi, keşfetmenin sihirli merakı yerine hatırlayamamanın
kahredici işkencesiyle dolu fazla gelişmiş, sorunlu bir bebek
Özetle kitap fazlasıyla okunmayı,
Hakan Bıçakçı’da fazlasıyla kıskanılmayı hak ediyor. Kendisini tüm kitaplarını
okuyacaklarım listesine ekledim. Kendisi
bundan önce sizlere bahsettiğim “Hanımların Dikkatine” kitabının yazarı Seray
Şahiner ile birlikte son zamanlarda herkesin konuştuğu Kayıp Şehir dizisinin de
senaristlerinden. İster istemez bu sene
başında iyi ki bu iki yazarı okumaya karar vermişim demeden edemiyorum. Daha
bitmedi! Hakan Bıçakçı'nın aynı zamanda son zamanlarda keyifle dinlediğim ve birçok kişinin de
dinlediğini bildiğim Büyük Ev Ablukada grubunun gitaristi olduğunu duydum. Hatta gruptaki ismi de "Ben tek siz hepiniz"miş. Biz Türkler nasıl
diyorduk? On parmağında on marifet J
Kitap nasıl mı bitiyor.
Kitabın son cümlesi “Keşke bunu o zaman yapsaydım diye düşündüm.”
Neyi mi? Biliyorum ama söylemem.
Evet kitabı okuyacaklar parmak kaldırsın bakalım.
Yorumlar
Yorum Gönder