Kadınlar Okulu



                                                                                                                            İnsan aşkının özelliği bizi kendi kendimiz konusunda olduğu gibi, sevdiğimiz varlığın kusurları konusunda da kör etmektir.*



Andre Gide’in 1947 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen “Kadınlar Okulu” romanı, kadın-erkek ilişkilerini, aile olgusunu, bireysel ahlakı, özgürlüğü, kitabın yazıldığı 20. yüzyıldaki politik yaklaşımları, Fransa’nın kültürel durumunu ve belki de en önemlisi erkeğin gözünde kadının yerini, görevlerini anlatan, sorgulayan bir kitap.

Tüm bunların yanı sıra insanların zaman içindeki değişimini, bir kadının ve erkeğin gözünden ortaya koyuyor. Siz de sevgilinizin, eşinizin, dostlarınızın, en iyi tanıdığınızı düşündüğünüz insanların yıllar içinde değiştiğini düşünüp yakınanlardan mısınız? Belki bugün değil ama bir gün sevdiklerim değişecek mi diye korkanlardansınız. Ya değişen onlar değil sizseniz?
                                                                                                                    
                                                                                        Dostluk aşkın bekleme odasıdır.*

 “Acılar, üzüntüler, pişmanlıklar” söz konusu olduğunda hepimiz “zaman”ı reçeteye ilaç diye düşünmeden yazan birer doktor oluveriyoruz. Zaman her şeye çare olduğu gibi, her türlü iyi ve kötü değişimin de sebebi. Ama bir gerçek var ki değiştiğini sandığımız insanların, aslında değişmediğini hep öyle olduklarını da bize yine zaman gösteriyor. Ya büyüyüp olgunlaştığımız için her şeyi daha net görüyoruz ya da sevmenin bile bazen her türlü yükü taşımaya yetmeyeceğini fark edip hep bildiğimiz gerçeği en sonunda kabul ediyoruz.  

Yaşamda ardından koşulan şeye ancak bazı bazı en çok değer verdiğimiz şeyi yitirmeyi göze alarak erişebileceğimizi anlamak için biraz yaşamış olmak gerekir kuşkusuz.*

Burjuva bir ailenin 1894- 1936 yılları arasında üç ayrı bireyi tarafından kendi bakış açılarından anlatılan hikâyesi, dünyayı kendini var etme aracı olarak gören bir adamın ve kendini onun üzerinden yeniden tanımlamaya çalışan bir kadının yirmi yıllık beraberliğinin güncesi bu kitap. (arka kapak) Fransa’da yaşayan bu ailenin üç bireyinin bakış açılarıyla Eveline ile Robert’ın ilk tanıştıkları gün büyük bir aşkla başlayan beraberliklerinin, onları evliliğe götüren sürecin ve sonrasında bir anlamda yaşanan “bitişin” hikâyesini dinliyoruz. Eveline tanıştıkları dönemde Robert’ın, her sözünü kanun kabul edip, onu bir kadının sahip olabileceği hayran olunacak neredeyse tek erkek görürken, sonrasında bu durum fazlasıyla değişecektir. Üç ayrı kişinin yazdığı günlükler üzerinden anlatılan hikâyede Eveline sevdiği adama layık olmak için kendini geliştirmeye adayan, kitaplar arasında kaybolan bir kadındır. Kendini geliştirdikçe Eveline’nin her şeye bakış açısı, düşünceleri değişir. O çok sevdiği adamın aslında bencil, duyarsız, fırsatçı, kendini herkesten üstün gören biri olduğunu düşünmeye başlar. Eveline’nin günlüğünde başlarda aşık olduğu adama dair her türlü duyguyu büyük bir coşkuyla anlatan bir kadın görürken, sonrasında günlükte karşımıza fark etmeye başladığı gerçekler karşısında biraz huzursuz, biraz mutsuz ve artık yorgun bir kadın çıkıyor.

Konforunu bütünleyen nesneyim. Karısıyım.*

Her kadın kendine uygun gelen tutsaklığı seçmekte özgür olmalı*

Eveline sevdiği adamın gerçekte nasıl biri olduğunun farkına varırken bir yandan da, okumaya ve sorgulamaya başladığı gün itibariyle inancını, Tanrıyı da sorgulamaya başlar. Hep yanında olan ve her zaman rahatça, samimiyetle konuşabildiği Rahip’in söyledikleri de bundan payını alıyor. Tüm bu sorgulamaya sebep olan Robert’ın dini bile amaçlarına ulaşmak için bir araç olarak kullandığını düşünmesi oldu.. Bana göre Eveline inanmaktan asla vazgeçmedi. Onu rahatsız eden, amaçlarına dini alet eden Robert gibilerdi.


                                                                                                   Robert’ın gözler önüne serdiği dindarlık yüreğimin yönünü değiştirdi sanki; onun dindarlık gösterileri kendi dindarlığımın gerçekliğinden kuşkuya düşürdü beni.*

                                                          Rahip’e göre düşündüğünü söylemekten çok (çünkü çoğu zaman kötü düşünürdü insan), düşünülmesi gerekeni söylemek önemliydi, çünkü insan doğal olarak, nerdeyse elinde olmadan, önce söyler, sonra düşünürdü.*




Kitapta ikinci olarak Robert devreye giriyor ve Eveline’nin kendisi hakkında söylediklerini çürütmek için din, ahlak ve kadınlar hakkındaki genel düşüncelerini açıklıyor. Robert hayatı insanın kendini geliştirdiği, var etmek için çabaladığı bir yer olarak gören biridir. Olmadığı insanın başından beri farkındadır ama o istediği insan gibi olmak için çabalamaktan da vazgeçmez.  Bunu Eveline’nin yazdıklarına cevap verdiği yazısında Eveline bana değil, olmak istediğime vurulmuştu. Şimdi hem öyle olmak istememi, hem de tümüyle öyle olamamamı başıma kakar gibiydi.” şeklinde ifade ediyor. Tabi Robert’ın başından beri aynı kişi olduğu, değişmemiş olması gerçeği onun kadınları erkeklerden daha aşağı gören, kadınları ötekileştirici ve bir anlamda “kadın dediğin erkeğin sözünü dinleyecek” tavrı konusundaki gerçeği değiştirmiyor. Acı olan şu ki 20. yüzyılda yazılan bir kitapta o dönemin erkeklerinin bakış açısını sergileyen Robert gibi erkeklerin, yüzyıllar sonra günümüzde bile çokça bulunması. Bu kitabı belki de bu kadar beğenmemin sebeplerinden biri sadece yazıldığı dönemin değil, bugünün gerçekleri ile de örtüşmesi. 



                                                    Robert:…gerek aile, gerekse tüm uygarlık içinde kadının göre bence geleneği sürdürmektir, geleneği sürdürmek olmalıdır. Ve ancak kadın, bu görevinin bilincine iyice vardıktan sonradır ki erkeğin düşüncesi serbest kalarak ilerleyebilir.*

Kitabın son bölümünde ise sözü Eveline ve Robert’ın ergenlik çağındaki, asi, özgürlüğüne düşkün kızları Genevieve, olanları kendi bakış açısıyla anlatmaya başlıyor. Annesinin her zaman desteğini arkasına alan, babasının pek hoşlanmamasına rağmen okumaya kararlı olan Genevieve’in konulara bakış açısı, o dönemin yargıları ve ahlak anlayışı için oldukça radikaldir. Bu Gide’nin okuduğunuz ilk kitabı değilse ya da kitabı okumadan kendisini biraz araştırma fırsatınız olursa Genevieve’nin, Gide’nin kitaptaki birebir yansıması olduğunu söylemenin yanlış olmadığını fark edeceksiniz. Özellikle Genevieve’nin savunduğu cinsel özgürlük anlayışı ve sonuna kadar eleştirdiği ikiyüzlü ahlak anlayışında bunu görmek mümkün.

İçtenlik aşkı, varlığımızı hileli birçok yanlılığa sürükler; çünkü kendimizi içgüdülere bırakmaya görelim, hiçbir kurala uymak istemeyen ruhun ister istemez tutarsız ve bölünmüş olduğunu anlarız. Görev duygusu o olmayınca ruhun kendi bilincine varamayacağı, dolayısıyla kurtulamayacağı birliği ister bizden ve elde eder. Bundan sonra ruh kendini her gün, her an eşit ve aynı bulmuş, bulmamış, önemi yoktur; belki dalgalanır; ama belli bir eksen çevresinde dalgalanır; görev duygusu toparlar onu.*


“Andre Gide: Yaşamı boyunca toplumsal ve bireysel ahlakın en önemli ölçütünün, bireyin içtenliği ve kendisini tanıması olduğunu savundu. Edebi, siyasal ve toplumsal sorunlara karşı hoşgörülü bir tutum benimsedi. Genel ahlak anlayışının karşısında bireysel özgürlüklerin savunucusu oldu. Ama aynı zamanda 19'uncu Yüzyıl Fransız edebiyatının en önemli hümanist ve ahlakçı yazarı olarak tanındı. Düşüncelerindeki bütünlük ve soyluluk, üslubundaki arılık ve uyumla Fransız edebiyatının saygın isimleri arasında yer aldı. 19 Şubat 1951 yılında ölen Gide’nin kitaplarını Katolik kilisesi 1952 yılında yasak kitaplar listesine koymuştur.” Kaynak: Wikipedia

* işaretli bölümler kitaptan alınmıştır.

Keyifli okumalar,


.

Yorumlar

Popüler Yayınlar