Katil olabilecek miyim?




Yazmak, insanın kendisi için yarattığı cehennemden bozma cennet…

Bu yazı belki çok uzun yıllar süren bir birlikteliğin yarıda bırakılmasının yazılı belgesi olacak. Gerçi yazmak sen terk etsen de seni terk etmeyen, kimi zaman seni her yerde takip eden bir sevgili, kimi zaman eli sopalı bir koca, kimi zaman başını omzuna güvenle yaslayabileceğin bir baba gibi… Sen nereye sevgilin, kocan, baban oraya.

Birini öldürdüğünde bir daha asla masum olamazsın. Eline bir kez masum birinin kanı bulaştığında ne kadar yıkarsan yıka o kandan kurtulamazsın. Yaşadığın süre boyunca baktığın her yerde öldürdüğün o insan ile karşılaşırsın. Birinin göz kırpmasında, birinin gülüşünde, birinin öfkelenişinde… İlk cinayetinden sonra huzurlu bir ruhtan ve gürültüsüz bir zihinden artık fersah fersah uzaklara varırsın. Elini kana buladın bir kere! 

İşte yazmak tam da böyle. Adını, sanını bilmediğin, hiç görmediğin, seni sürekli birilerini öldürmen için yönlendiren bir mafya babasının yönetiminde yaşarsın cehennemini de, cennetini de.

Yazmak, cinayet işlemektir. Bir yazar önce kendisinin katilidir.

Ben ilk cinayetimi on iki yaşında işledim. Büyük bir çoğunluk gibi şiirle başladım seri cinayetlerime. İlk şiirimle bir yarışmada okul birincisi oldum, ikinciyle bir başka yarışmada ikinci. Sonra lisede edebiyat öğretmenimizin hepimizi yazmaya teşvik etmesiyle ilk öykülerimi yazdım. İlk öyküm okulun edebiyat dergisi “Mimoza”da yayımlandı. On iki yaşındakine ufak bir yaralama, on altı yaşındakine ilk cinayet demek daha doğru olabilir belki. Sonrası mı? Yazdım, bıraktım, yazdım, yazamadım, yazmayı bırakmaya karar aldım, hayat sevdiklerimi alınca yaşadığım acılara dair bir kanıt kalmasın diye yazmaktan kaçtım, babasız kalınca kendime bir baba aradım, babam kadar güven veren yazmak denen babanın omzuna yine yaslandım, yazamadım, yazmadım, yazamadığıma inandım, mafya babası devreye girip  “Bu yoldan artık dönüş yok, kalem denen silahı eline aldın bir kere, onsuz kendini güvende hissetmeyeceğini bil!” deyince yine yazmaya başladım.

Uzun zaman önce yazarların, yaratıcı yazarlık ve yazma deneyimleri üzerine yazdıkları kitapları okumaya başladığımda geç de olsa yazmanın “İlham gelse de oturup yazsam.” demek olmadığını anladım. Hem geç, hem güç oldu. Hep okurdum, daha da okumaya başladım. Okurken arada notlar alırdım, not almaktan iki günde bitirilecek bir kitabı iki haftada bitirmeye kadar olayı vardırdım. Sözlükte kelimeler aramak, yazarların önerdiği okunmazsa olmaz kitap listelerinden şifreler çıkarmak, o yazar nasıl yazmış,  bu yazar nasıl yazıyormuş döngüsünde katillikten dedektifliğe terfi ettim. Yıllarca planlanarak işlenmiş kusursuz bir cinayeti, kafası aynı şekilde çalışan bir katilin yardımı olmadan hangi dedektif çözebilir ki? Artık kendi katilin de sensin, kendi cinayetini çözmeye çalışan da…

Dedektif olarak ilk önce yazarların yazma ritüellerini araştırırsın. Madem katil olmaya bir kez baş koydun, diğer katillerin ne yaptığına bir bakacaksın. Sabah gün doğmadan kalkıp yazan, gündüz uyuyup gece yazan, daktiloda yazan, yazarken kalemden vazgeçemeyen, yalnızken yazan, yazmak için şehrin en işlek kafelerinde oturan, iki cümle yazarken iki paket sigara yakan, ilk cümleyi yazdıktan sonra koşuya çıkan… Ne istersen var.  Benim için doğru ritüeli aradım yıllarca. Gündüz yazmayı denedim olmadı, gecede karar kıldım. Tütsünün zihnimi açtığının farkına vardım. Gri bulutlar yağmurlu havalar ilham veriyor diye güneşli havalarda kapalı perdelerin arkasına saklandım. Sevdiğim bir öykümü kahve içerken yazdım diye her yazmaya oturduğumda kendime kahve yaptım. Oysa kahve kokusunda bile midesi ağrıyanlardanım. Mumlar yaktım. Mumlar söndürdüm.  Sezen Aksu'ya, Zülfü Livaneli'ye, Ahmet Kaya'ya sığındım, Mozart, Schubert, Bach ile dost oldum, sık sık Andre Bocelli’nin, Farid Farjad’ın, Mstislav Rostropovich’in kapısına dayandım. En sonunda bu işin oturup yazmaya çalışmak dışında bir ritüel gerektirmediğini anladım. Ama hala ritüel arayışımı tamamlamamakta ısrarcıyım.

Yıllardır süren bu yolcuğun sonunda emin olduğum tek şey yazmanın ‘yaşamaktan’ yeri geldiğinde feragat etmek olduğu. Yazmak, yalnız kalmak, en istemediğin zamanda yalnız kalmayı tercih etmek demek. Hele ki yazmak hayatınızı kazandığınız iş değilse. Gündüz bin bir toplantıya koşmanız, yazmaktan çok konuşmanız gereken bir işiniz varsa işte fedakarlıklar da feragat etmek de o zaman başlıyor. Yazmak için size kalan sınırlı zamanda, yazmak zorunda olduğunuzu bilmek, o psikolojik baskı altında yazmayı denemek çok zor. Arkadaşlarınız gel der, gitmezsiniz, gidemezsiniz, neden gidemediğinizi her zaman herkese izah edemezsiniz. "Tam yazmaya başladım şimdi dışarı çıkamam." dediğinizde, “Yahu eve dönünce yazmaya devam edersin.” cümlesiyle pek çok kez karşılaşmışsınızdır, yine aynı cümleyi duyacağınızı bilirsiniz. Çalan telefonu açar, bazen konuşmayı kısa kesmek için kısa cümleler kurarsınız, bazen de o telefonu hiç açmazsınız. Kimi zaman “Sesin keyifsiz geliyor, iyi misin?” kimi zaman “Niye soğuk konuşuyorsun? Yoksa bana kırgın falan mısın?” sorularıyla karşılaşırsınız. Yazarken “ruhsuz bir beden, bedensiz bir ruh” gibi ortalarda dolaşmanıza, karamsar, hüzünlü, umutsuz şeyler yazmanıza karşılık, dışarıya çıktığınızda herkesten daha çok nasıl eğlenebildiğinizin, gülebildiğinizin açıklamasını tam olarak asla yapamazsınız. En azından ben yıllar önce bana “Kafamı karıştırıyorsun. Ya o yazıları sen yazmıyorsun ya da eğleniyormuş gibi yapıyorsun!” diyen bir arkadaşıma onu ikna edici bir açıklama yapamamıştım. Kim bilir belki de yapmak istemedim.

Tüm bu karmaşanın içinde yazma konusunda tam olarak ne yaptığımı bilmediğim, git geller ile dolu uzun yıllar geçirdim.  Kendimi teselli etmeye ihtiyacım olduğunda, hayatı boyunca bir şeyler aramış ama ölene kadar bir yere varamamış insanların yaşadığı süreci düşünüp kendimi teselli ediyorum. Birçokları gibi hiçbir yere varamama ihtimalimin olduğunu, beceriksiz bir katil olarak kalabileceğimi de, başarısız bir dedektif olabileceğimi de aklımın bir köşesinden çıkarmıyorum.

Geçtiğimiz sene bu zamanlarda yayınevlerine göndermek üzere hazırlamaya karar verdiğim dosyada yer alacak öykülerimin konusuna karar verdim. Olayları kurguladım. Birbirine bir noktada ilişen on iki öykü. Her bir öykünün sahibi, on iki kişi ile yaz ortalarına kadar tanışma işini tamamladım. Yazarlar buna karakter yaratma der. Ben buna karakterlerle tanışma diyorum, ki zaten ben yazar değilim. Sadece yazıyorum. O gün bugündür tanıştığım karakterleri, akrabalarını, arkadaşlarını kaç kez öldürdüğümü bilmiyorum. Seri cinayetlere bağladığım bir dönem olmadı değil. Bazen birkaç ölümcül kalem darbesinden sonra pişman olup karakteri yaşatmak için hızlıca kâğıda dökmeye başlıyorum. Kağıda döküldüğü andan sonra silmesi en zorudur. Ama yazdıklarımdan vazgeçmeyi de öğrendim. Yazdıkça silmeyi, sildikçe yenisini yazmayı geç de olsa öğrendim. Öyle diyor usta yazarlar “Kendi yazdıklarına hayranlık duymayacaksın, yeri geldiğinde yazdıklarının tamamını çöpe atıp yeniden başlayacaksın.” diye tembihliyorlar.

İşte ben o yazdıklarımın hepsini çöpe atmak istediğim bir dönemdeyim. Kendi yazdıklarıma hiçbir zaman hayran olmadım ama başkalarının yazdıklarına duyduğum hayranlık yüzünden yazmaktan vazgeçecek noktaya geldim sonunda.

İşin özü, her dalga sesi duyduğumda, trende gördüğüm adamın suskunluğunda, vapurda gördüğüm teyzenin kahkahasında, salıncakta sallanan çocuğun coşkusunda, güneşin doğuşunda, batışında, yağmurda, karda, fırtınada, bir şarkıda, bir şiirde, birinin ağzından çıkan herhangi bir kelimede en beteri de her gece yastığa kafamı koyduğumda aklıma düşenleri kontrol edebileceğimi, bir de o mafya babasının beni rahat bırakacağını bilsem bugün yazmaktan, yazmaya çalışmaktan vazgeçip, tarihe, yaşamak için öldüren en azılı katil olarak geçme niyetindeyim.

Ama ya  gerçek yaşam yazmaktan geçiyorsa?

Yorumlar

Popüler Yayınlar