Y'si uzun bir yalnızlığın sahibi, Madam Rosa...
On iki yıl sonra mektup yazmak da neyin
nesi! Beni gerçekten merak ettiğine inanmamı bekliyor olabilir mi? “Her şey
yolunda mı?” diye sormuş utanmadan, sanki dün çıkıp gitmiş gibi… “Burada her
şey yolunda aynı bıraktığın gibi.” dememi istiyor, çok belli. Ben bile
bıraktığı yerde değilim ki. “Madam Rosa,
lütfen bana yaz. Nasılsın? İyi olduğundan emin olmak istiyorum sadece.” demiş
bir de. Allahım aklıma mukayyet ol. Yıllar sonra vicdan muhasebesi yapıp da ortaya
çıkan adamları sadece filmlerde gördük biz. Mektubun içine onu saatlerce
beklediğim ama gelmediği gün çekilmiş bir fotoğrafımı da koymuş. Anladım, o gün
geldin, bana görünmedin. Sor bana etkilendim mi? Hayır! Ama yazacağım sana,
uzun uzun anlatacağım. Pişmanlıktan vücudundaki tüm kan çekilecek. Gözlerinin
altına morluk yerleşecek. Dişlerin birbirine kenetlenecek. Hani Ankara’da, bayılınca
dişlerini kenetleyen, bizi ne zaman görse elimize para sıkıştırıp sigara almaya
yollayan, apartmandaki Müzeyyen abla vardı ya, aynı onun gibi kenetlenecek
dişlerin. Umarım mahallenin kadınları gibi kenetlenen dişlerini kaşık sokup
açacak birileri olur yanında. Sadece anlatmaya nereden başlayacağıma karar
veremedim. Nerede olduğumdan mı başlasam? Ya da onu ne kadar beklediğimden mi? Yani
önceden. Şimdi değil tabi. Tanıştığımız ilk günden başlasam çok mu uzun olur? Hayır, onu
unutamamış gibi gözükmek istemem. O kadar salak değildir herhalde. Yani
bunca yıl hala onu sevdiğimi düşünecek kadar aklını yitirmiş olamaz. On iki yıl sonra mektup yazan adamdan her şey beklenir. Bir gün karşıma çıkarsa diye
ayna karşısında söyleyeceklerimin provasını yaptığım günlerin ekmeğini yeme
zamanı geldi.
Mektubu masanın
üstüne bıraktım. Kahve suyunun kaynamasını bile beklemeden ilk kez aç karnına
sigara yaktım. Mutfağın penceresinden kumsala, denize baktım. Rahatlamadım.
Dalgaların zorla çekip götürdüğü kum taneleri gibi çaresizdim. Gerçekten
çaresiz miyim? Çaresizliğin nasıl bir his olduğunu bile hafızamdan silmiştim.
Sigaradan derin bir nefes çekerken gözlerimi kapadım. Gözlerimi açtığımda kötü
bir rüyadan uyanacağıma çok emindim. Olmadı, uyanamadım. Çaydanlığın fokurdama sesiyle
irkildim. Sütsüz, şekersiz sert bir kahve hazırladım. Sigaramı da alıp verandaya
çıktım. Postacının sabahın köründe
getirdiği mektup yüzünden verandanın kumlarını süpürmeye bile fırsat bulamamıştım.
Gece rüzgârların getirdiği kumları ayağımla hafifçe kenara iteledim. Sallanan
koltuğuma oturdum, bir elimde mektup bir elimde kahvem annemi düşündüm. Babamın cenazesine bile “Ağabeyin apandisit
ameliyatı oldu, muhakkak gelmen gerek.” diye çağırmıştı beni. Hatta annemin kalp
ameliyatı olduğunu bile günler sonra komşularından öğrenmiştim. Üzülmemem için her
zaman, her türlü önlem alınırdı. Anneme göre ben Ali’nin gidişiyle bir ömre
biçilebilecek tüm üzüntülerin kefaretini ödemiştim. Belli ki son bir borcum kaldığını düşündü
annem, onu da kendi eliyle bana postaladığı mektup ile ödetti.
Yazacağım sana Ali. Önce izin ver, beni
havaya sokacak bir müzik açayım. Ne çalacağım biliyor musun? Jaqgues Brel’den
“Ne me quitte pas”. Gitmeden üç ay önce bana hediye
ettiğin kasetteki şarkı. Dans etmiştik o şarkıda. Ne romantik bir
şarkı demiştim, aşktan sarhoş olmuş bir adamı anlattığını söylemişti. Ah Ali Ah! Şarkının
bir ayrılık şarkısı olduğunu çok sonra öğrendim. Niye merak edersin ki şarkının sözlerini, bırak işte neyse ne değil mi? Fransız Filolojisinde
okuyan bir arkadaşımdan şarkının sözlerinin tamamını çevirmesini istemez olaydım. Şarkının çevirisini okuyunca bir de kıza “Sen Fransızca bildiğinden emin misin
kızım?” diye tepki vermişliğim bile var. Ne rezillikti! Şarkının sözlerini şiir gibi ezberlemeyeydim iyiydi.. Şarkının terk
edilince omzumu dost bilen her arkadaşıma okuduğum bir marş haline gelmesi de cabası. Ayy bir de şiiri her okuduktan sonra “Allah belanı versin Ali” diyordum. Ne günlerdi be! Şarkının sözlerini de hala unutmadım.
“Terk etme beni. Unutmak zorundayız, her şey
unutulabilir, geçip giden her şey… Unutmak, geçen yanlış anlaşılmalarla, yitip giden
zamanı… Ve zaman kaybedilir, anlamaya çalışmakla, geçen o saatleri… Ki zaman
zaman, “niçinler” öldürür kalplerdeki mutluluğu. Terk etme beni…”
Kâğıt, kalemi
alıp tekrar verandaya çıktım. Yüzümde rüzgârın yumuşak ellerini hissettim.
Başımı öne eğdim. Kendi kendime “Boşver bazı acıların tesellisi yok.” dedim. Kendimi,
iki günlük yavrusunu kartalın ağzında gören serçe psikolojine sokmayacağıma
dair söz verdim. Hatta yazmamanın da bir tercih olduğunu aklıma getirdim. Gülümsedim. Vazgeçmedim.
Sevgili Ali,
Asmalar
altındayım. Milyon tane gülücük asılı tepemde. Hepsi yeşile bezenmiş. Hep öyle
derdin ya bana, “Salkım salkım toplayacağım seni, tane tane yiyeceğim
gülüşlerini” diye. Ege’de upuzun sahili olan köy kasaba karışımı bir yere yerleştim bundan yedi yıl önce. Küçük bir koy burası, bir ucunda dik
kayalıklar bir ucunda küçük bir fener var.
Hayal ettiğimize yakın gibi.
Geniş verandası olan, üç odalı, ahşap bir evde yaşıyorum. Sabahları evden
çıkıp çam ve ardıç ağaçlarının kokularını içime çeke çeke, tam yirmi altı
adımda denize varıyorum. Tek yaşıyorum. Yani genelde. Kışları bazen lodosun
bazen poyrazın getirdikleri ile takılıyorum. Yazın bir ay annem, bir ay da
ağabeyimin eşi, çocukları kalmaya geliyor. Ağabeyim bir haftalığına uğruyor.
Babam sizlere ömür. Duymuşsundur belki. Yazın evin kalabalığından sonra kış iyi
geliyor bana.
Çok romantik bir giriş oldu sanki. “Hayal
ettiğimiz evi hazırladım istersen gel.” der gibi. Yok ya, hiç de değil. Durum
neyse onu anlattım. Amacım zaten onun sahip olamadığı şeyleri gözüne sokmak
değil mi? Öyleyse, tam da olması
gerektiği gibi. Sadece şu “tek yaşıyorum” kısmı olmadı galiba. Yani yalnızım,
çaresizim, senden sonra kimseyi sevemedim gibi bir anlam taşıyor mu? Taşımıyor.
Taşımıyor ama taşıdığını düşünebilir. Düşünsün. Bu bir şeyi değiştirir mi?
Hayır.
Onun dışında
beni sorarsan ben de yaşamakla yazmak arasında bir yerlerdeyim şimdilik. Kitap
çevirisi yapıyorum, bir yandan üçüncü öykü kitabımı yazıyorum. İkinci kitabımı geçen yıl çıkardım. Geçenlerde
yedinci baskısı yapıldı. Anlayacağın ben çok iyiyim. Denize karşı ayaklarımı
uzatıp kitap okumakla, çeviri yapmakla, bol bol yazmakla, taze köy yumurtası ve
köy sütüyle geçen bir yaşam ne kadar kötü olabilir ki, değil mi? Ha bir de
köyün çocuklarını haftada iki gün köyün okulunda toplayıp İngilizce dersi
veriyorum. Beni bilirsin çocukluğumdan beri anlatmayı, öğretmeyi severim.
Köydeki aileler önce “Gavurca da öğrenmeyiversin çocuklar.” diye tepki gösterdi.
Sonradan öğrendim ki tepkileri İngilizceye
değil, ismimeymiş. Muhtara “Madam Rosa mı? Muhtar Bey bizim çocukları dinden
çıkarmasın bu gavur dölü. Ne idüğü belirsiz zaten bu kadının, başımıza iş
açmasın.” demişler.
Bu paragraf iyi oldu. ‘Tek yaşıyorum’ lafı
konusunda aklı karışmış olsa bile bu paragrafta anlar mutlu olduğumu. Yazmak,
okumak köy yumurtası falan yani. İyi gidiyorum, iyi.
Geçenlerde Memed
sordu: “Madam Rosa ne güzel isminiz var.
Kim koymuş isminizi? Anlamı ne?” Süt aldığım çiftliğin en küçük oğlu. Beş
senedir haftada iki gün sütü o getiriyor. Onca yıl “Madam Rosa sütü nereye
bırakmamı istersiniz?” dışında tek
kelime ettiğini duymadım. Hatta hep aynı
soruya alışkın olduğumdan “Masanın üstüne bırakabilirsin.” dedim önce, sonra
başka şey sorduğunun farkına vardım. Sütü masanın üstüne bıraktı. Soruyu duymamazlıktan geldim tabi. “Sütün
parasını ben çiftliğe uğrayıp bırakacağım” dedim. Zaten parayı ona hiç vermem. Biliyor
musun nasıl bir cevap vereceğimi bilemedim. İsmimi, beni terk edip sırra kadem basan eski
sevgilim mi koydu demeliydim? Ne dersin? Hadi dedim diyelim, nasıl yani diye
sormayacak mı? Nereden başlayacaktım anlatmaya? Öyle yarım yamalak cevap
verilmez ki bu soruya. Ben eksik anlatsam, gidecek anasına babasına eksik
anlatacak, babası köy kahvesine gidip daha eksik anlatacak, köy kahvesindekiler
gidip karılarına daha da eksik anlatacak. Sonra ben yedi yıldır yaşadığım, son beş yıldır saygın,
yardımsever bir yazar olarak anıldığım bu köyde, daha on beş yaşındayken
sevgilisinin ona taktığı ismi kullanan bir deli diye anılacağım. Göze alamadım
normal olarak. Eğleniyorum bu isimle, sadece o kadar aslında.
Belki Madam Rosa ismini kullandığımı
söylemesem daha iyi. Hatıralarla
yaşayan, ezik bir kadın imajı çiziyorum sanırım. İyi de yazar olduğumu
söyledim. Madam Rosa isminin hayal gücümü beslediğini düşünmesi lazım. Amerika’da mühendislik okuyunca analitik
düşünme yetisini de kazanmıştır her halde. Gittiğine, terk ettiğine değsin de,
yazdıklarımı doğru anlasın bari. Mööhendis Bey!
“Beni terk edip
sırra kadem basan eski sevgili” sözüne bozulmamışsındır umarım. Yalan da değil. Neyine bozulacaksın. En azından canını sıkmak için yazmadım. Onu bil. Ama
seni gerçekten çok bekledim. Özellikle de döneceğini söylediğin o gün. Camdan
dışarı bakarak kaç saat beklediğimi, garson gelip kapatıyoruz deyince fark
ettim. “Belki adını bilmediği için tarif ettiği başka bir yerdi, ben yanlış bir
yere gittim, o beni başka yerde, ben onu başka yerde beklemiş olabilirim.” Yıllarca kendimi bu yalanla teselli
ettim. Niye gittiğini düşünmekten de yıllar
önce vazgeçtim. “Babam geleceğim için üniversiteyi yurtdışında okumamı istiyor.
Gitmeye mecburum.” dediğinde, “Ya bizim geleceğimiz ne olacak?” demeyi çok
istemiştim. Sen gittikten sonra “Bir daha göremeyeceksin onu biliyorsun değil
mi? Alışsan iyi olur.” diyen ağabeyimle altı ay konuşmadım. Mektupların
geldikçe ağabeyime yanıldığını göstermek için mektupların zarflarını hep
mutfak masasının üstünde bırakırdım.
Başlarda tabi. Zaten sonra sen de
yazmayı bıraktın.
Ağabeyim bir gün
“Hayırdır, mektup gelmiyor galiba. Ne oldu, morardın mı?” diye benimle
dalga geçince elimdeki bardağı kafasına fırlattım. Şaka değil, gerçekten
yaptım. Gençlik tabi. Neredeyse bir aile trajedisine sebep olacaktın. Alnında
benden hatıra yedi dikiş izi var şimdi. Sahi niye yazmayı bıraktın? İlk sene üç bin kelimenin altında neredeyse
yazmadın. Evet, kelimeleri sayardım. Ne kadar uzun yazarsan beni unutmayacağına
dair o kadar inancım artardı. Ya da garip bir oyundu diyelim. O mektubun her köşesine
elinin değdiği gelirdi aklıma, mektubu yüzüme dokundurdukça sensizliğin kırdığı
kanatlarımla son bir umut çırpınıp uçmaya çalışırdım. Damla damla yağardı
aşkım, mektupların her bir yanına. İkinci sene iki bin kelimenin altında, hatta
arada sınavlarım var bahanesiyle bin kelimenin altında yazmaya başladın.
‘Aşkım’ diye başlardın mektuba, bazen ‘hayatım’ diye, hatırlıyor musun? Hep
sevgini vurgularcasına bir sürü 'm' koyardın sonlarına aşkımmmm. ( Bunu
hatırlatmak için yazdım. Yanlış anlama!) Gidişinin yirminci ayında “Canım nasılsın?”
yazdın. Bakma ben aslında o mektupla her
şeyin bittiğini anlamıştım. Tek 'm' ile
son bulan bir ‘canım’. Bilir misin kağıt kesiği nasıl insanın canını acıtır? İncecik bir sızı hissedersin. Kanatmaz. Ellerine bakarsın, kanıyor
olmalı dersin. Kansız ama derin bir acıdır. Sızıdır. Ilık ılık akan kanın
yerine soluğunun kesildiğini hissedersin. Sonra o kesiğin acısı aylarca
iyileşmez. Bana ‘kuru, kupkuru bir canım’ dediğin mektup öyle kesip, biçmişti
beni. Aynı kâğıt kesiği acısı gibi. Üçüncü sene senden sadece üç mektup
aldım. İlki sekiz yüz otuz, ikincisi yedi yüz yirmi iki, üçüncüsü altı yüz on kelimeydi. Önce biner biner, sonra yüzer yüzer
azaldık. Tabi geçti bunların hepsi.
Eskidendi.
Ezik miyim? Ne söz verdim kendime. Olayı
dramatikleştirmeyecektim. Hani nerde? Kızım sen bu kafayla, off ya! Yok ya,
abartıyorum. Gayet normal yazdıklarım. Gittiği süreçten bahsediyorum. Uzun uzun
anlat demiş. Ne anlatacağım ki! Okuduğum kitaplardan, her hafta kaselerce
sütlaç yapıp yediğimden, yalnızlığımı bastırmak için köylü kadınları haftada
bir evde topladığımı anlatacak halim yok her halde. Anlatılacak ne var ki
başka? Bildiğin yalnızım, boktan bir hayatım var işte!
Bunların hepsi
uzun zaman önceydi. Ama yazma sürecimi besliyor biliyor musun? Eleştirmenler hep aşk öykülerinde çok başarılı olduğumu yazıyor. Hatta geçenlerde biri “Madam
Rosa’ın aşk hikayeleri öyle gerçek, öyle acılı ki, kendisi de büyük bir aşkın
mağduru sanki!” yazmış. Çok güldüm okuyunca. Bu arada Madam Rosa mahlasıyla
çıkıyor kitaplarım. Kafan karışmasın. Mağduriyet yok da tabi, bakma
bu yaşadıklarımız iyi oldu. Ben bilmez miyim seni, sen şimdi kendine
bundan pay çıkarırsın. Tamam, şöyle diyelim; benim yeteneğim senin eşekliğin
ile birleşince ortaya iyi bir yazar çıktı. Evet eşeklik ettin, kabul et. Direkt
yaşadıklarımızı anlatmasam da elbette etkisi var yazdıklarıma. Hep aşk üzerine
yazmak istiyorum aslında. Hala zamanın iyileştiremediği yaralarım var
galiba. Yazarken değil de daha çok aşk
filmleri izlerken hissediyorum bunu. Hatırlıyor musun, filmlerde ne zaman
ayrılan aşıkları görsem ben ağlardım, sen elimi daha sıkı sıkıya tutardın.
Sadece "Hayır, aklından bile geçirme!" derdin. İçinden ayrılık geçmeyen,
gözyaşlarının uğramadığı, bir köydü benim için sığındığım ‘hayır’. Şimdi yaşadığım
köyün adı da ‘Hayırlı’ biliyor musun? Ne komik değil mi? Çok denk geldi yani.
Off, seni hala o kadar çok seviyorum ki. O
mavi gözlerinden kaçamadım. Her sabah camdan dışarı bakıp gözlerini hatırlamak
ne zor bir bilsen. Bu mektubun sonu iyi bitmeyecek. Hüngür hüngür ağlayan bir
palyaçonun “Eğleniyor muyuz?” demesi gibi sakil kaldı bu paragrafın sonundaki
“Ne komik değil mi?” sözü. Bu kadar toparlayabiliyorum n’apayım. Memed nerde
kaldı ya? Bugün süt günü değil mi? Akşama köydeki kadınları mı toplasam? Yemek
pişirecek halim yok, boşver. Bu köyde niye kuaför yok? Boşver kızım Rosa, koyver gitsin. Gelmişsin neredeyse kırk yaşına bu saatten sonra neyin hesabını
yapıyorsun ki?
Ali, sahi
neden bana yazmayı kestin? Bana her şeyi anlatabilirdin. Bizimki çocukluk aşkı
değildi ki. Tanıştığımızda ben on dört yaşındaydım sen on altı yaşındaydın belki
ama, sekiz sene az buz şey yaşamadık, atlatmadık. Üniversitede okumak zorunda
değildin. Yani evet sınavı kazanamadın ama bu dünyanın sonu değildi. Babanın
işinde çalışabilirdin öyle değil mi? Hem annen de gitmeni hiç istememişti. Sen
gittikten sonra Suzan teyze ile çok vakit geçirdik. Sana bahsetti mi bilmiyorum,
arada pazara bile beraber çıkardık.
Annenler taşınmadan önce aslında her şey iyi gibiydi. İlk iki sene pek zor
geçmedi. Anneler taşındı, senin mektupların azaldı, senden haber alacak kimse
kalmadı, işte ben ondan sonra kötü oldum. Üzüldüm yani. Çok üzüldüm. Hani o
radyoda dinleyip güldüğümüz adam vardı ya, sen gittikten sonra kaç kez onu
arayıp bizim parçamızı çalmasını istedim.Ah bir bilsen, en sonunda bir gün bana “Hanımefendi
bu şarkı haricinde başka bir şarkı biliyor musunuz?” diye sordu. Gençlik işte.
Seni, bizi yaşatmak için yaptım. Bir şarkıyla yaşatılsaydı büyük aşklar,
şarkıcıların aşktan yana en mutlu insanlar olması gerektiğinin çok sonra
farkına vardım. Geneli mutsuz. Gazetelerde hep boşanma haberleri var. Amerika’da
buradaki gazeteleri okuyorsan sen de görüyorsundur zaten.
Yıllar sonra
neden bana yazdığını anlamaya çalışıyorum. Annem üç gün önce arayıp “Köyde
postane var mı?” diye sorduğunda yok demiş olmayı öyle isterdim ki. Tabi
nereden bilecektim bana senin mektubunu ulaştıracağını. Geçenlerde anneme onun
tarçınlı kurabiyelerini çok özlediğimi söylemiştim. Kurabiye yapıp
yollayacak zannettim. Şu anda anneme de sana
olduğum kadar kızgın ve kırgınım. Hayır,
elbette sana olan kızgınlığım daha fazla. Ali sen beni onca yıldan, beraber
kurduğumuz hayallerden sonra nasıl, neden, niçin, hiçbir şey söylemeden terk
ettin? Bir mektup yazıp dönmeyeceğini söyleyemez miydin? Bu kadar mı zordu?
Yaşadıklarımızın azıcık bile anlamı yok muydu? Ve şimdi ne oldu da birden beni
merak eder oldun?
Açık olacağım. Elbette hesap
soracağım, bu benim en doğal hakkım. Hayatımın içine etti adam. Böyle bir
mektup yazıp her şeyi unutturabileceğini, bana geri dönebileceğini mi sanıyor?
Yemezler. Beni ne kadar üzdüğünü anlatacağım. İçi ezilsin. Benim gibi kimsenin
onu sevemeyeceğini anlasın da, diri diri gömülmüş gibi nefessiz kalsın. Ölmeni
istiyorum Ali. Pişmanlıktan lime lime olsun yüreğin.
Ali artık
hiçbir şeyin dönüşü yok. Aşkla işgal olmuş bir bedende, ihanetle binlerce kez
tecavüz edilmiş bir yürek bıraktın sen geriye. Ben sana hiç ihanet etmedim.
Çünkü aşk milyarlarca silahlı asker karşısında dimdik durmaktı, sol yanına
doğrultulan silahların soğuk namlusu altında bile yürektekini sıcak ve güvende
tutmaktı. Sen hep güvendeydin. Sen ne yaptın? Savaş meydanında düşman
kurşunlarına karşı yüreğimi diri diri kendine siper ettin. Ruhtan yoksun,
yürüyen bir iskelet gibi yaşadım senelerce. Oysa biz böyle söz vermemiştik
birbirimize. Dönebileceğin aşk dolu bir yürek yok artık burada. Ben iyiyim. Hem de çok
iyiyim. Ankara’da sevgilisinin kollarındaki, denizi ilk kez göreceği anı hayal eden
kızdan çok uzaklardayım artık. Anlıyorsun beni değil mi? Elbette her şey farklı
olabilirdi. Belki bilmende fayda var. Ben seni çoktan öldürdüm. Hatta her sene
gittiğin günün yıl dönümünde, 8 Ağustosta tekrar tekrar öldürüyorum seni. Sabah
kalkıp denize yürüyorum. Sırf bu tören için çoğalttığım birkaç fotoğrafından
birini alıyorum, bir de bahçeden küçük birkaç taş. Deniz kımıltısız buralarda, berrak. Kirlenmemiş bir çocuk kalbi
gibi. Anladın sen ne demek istediğimi! Birkaç adım atıyorum denize doğru, dizime varmadan
duruyorum, diz çöküyorum, balıkları görüyorum önce, fotoğrafını suya batırıp kumların üstüne koyuyorum.
Köşesine de çakıl taşlarını. Sonra balıklar geçiyor üstünden, ben de öylece durup
boğulmanı izliyorum. Bunu niye yaptığımı biliyorsun değil mi? Bana bir gün ne
dediğini hatırlıyorsun değil mi? Ayrılıktan konu açılınca “Eğer seni
terk edersem bir gün, boğ beni sığ sularda!” demiştin. O şair gibi adamın yaptığına bak! Neyse ben
sana verdiğim sözü tutuyorum, bil istedim. Her sene başıma çıkardığın şu cenaze
töreni de olmasa daha da iyi olabilirdim ama neyse! Anlayacağın ben çok iyiyim.
Sevgiler,
Madam Rosa
Şu son kısım çok vicdansızca mı oldu? Amannn,
adamın çok umurunda sanki. Bence bu
mektuptan sonra yıkılacak, ölecek kızım! İnim inim inleyecek. Oh olsun! İçimin
yağları eridi. Kızım bir bakıyorsun adam birkaç gün sonra kapıda. Annemden
adresimi öğrenmiş, elinde kırmızı laleler falan. En sevdiğim. İyi de lale
mevsimi değil ki. Bulsun bana ne! Hollanda’dan alıp gelsin. Olur mu olur. Ne
güzel olur. Nasıl atlarım boynuna. Ah ya son birkaç ayda çok kilo aldım. Beni
son gördüğünden bu yana sekiz kilo fazlam var. Yuh herhalde olacak. Otuz
yaşından sonra metabolizmanın yavaşladığını biliyordur herhalde. Belki Ali de, kelleşmiş, göbeklenmiştir. Iyyk nasıl olmuştur acaba? O hali ile aynı
şeyleri hissedebilir miyim gene? Herhalde be! Dur şunu hemen
postalamalıyım. Ya keşke mailleşseydik. Daha çabuk olurdu. Neyse adam romantik
işte, mektup yazmış. Ben de saçmalıyorum bazen.
O gün mektubu on
iki kez okudum. Bir kez güzel bir el yazısıyla yazmak için, bir kez de bazı
yerlerde yazıyı hafif kaydırdığım için mektubu yeniden yazdım. En sonunda zarfa koyup
kapattım. Sabah erkenden soluğu postanede aldım. Parası önemli değil dedim, en çabuk ne şekilde gidiyorsa öyle postalamalarını tembihledim. İlk iki
hafta büyük bir heyecanla yeni bir mektup bekledim. Annemi her gün arayıp
ağzını aradım. Oysa yeni adresimi özellikle kocaman yazmıştım. Üçüncü hafta
da mektup gelmeyince depresyona girdim. Ama başladığım rejimden ve sabah
koşularından vazgeçmedim. Dördüncü hafta elimde kahve verandada pinekliyordum
ki Memed geldi, elinde süt şişeleriyle.
- - Madam Rosa sütü nereye bırakmamı istersiniz?
- - Masanın üstüne Memed, sağ ol. Bi de iki dakika
bekle, annene bir şeyler göndereceğim.
- - Madam Rosa bu mektubu da postaneden gönderdiler.
Size geldiğimi duyunca elime iliştirdiler.
Elinden kaptım
mektubu. Tekrar oturdum masaya. Memed sessizce dikilmişti başımda.
Sevgili Madam
Rosa,
İyi olmana çok
sevindim. Söylediğin gibi yaşadıklarımız çok eskidendi. Bu saatten sonra
yapacağım hiçbir açıklama bir şeyi değiştirmeyecek zaten. Deniz, kum, güneş ne güzel işte. Senin
adına çok sevindim. Önümüzdeki hafta eşim, kızım ve oğlumla üç haftalığına
Ankara’ya geleceğiz. Yıllar sonra ilk defa. Ne büyük bir heyecan bilsen. Babamların evini satacağız. Üç haftada satabilir
miyiz dersin? Çok uzak kaldım oralara tabi, her şeyden habersizim. Sen de hala oralarda mısın diye merak ettim. Senin
deli fişek hallerini bilirim. Beni görünce boğazıma yapışma diye seni bir
yoklamak istedim. Yıllardır yeterince boğduğuna göre beni, artık sinirin
geçmiştir herhalde. Şaka yapıyorum, sen bana bakma. Nasıl iyi hissedeceksen
öyle yap tabi. Neyse oralarda olursan
görüşürüz. Eşim ve benim bıdıklarla tanıştırırım belki seni.
Kendine iyi bak
Madam Rosa
Ali
Gözlerimden
yaşlar sicim gibi akmaya başladı. Yılların değiştirmediği tek şey benim
saflığım, salaklığımdı. Kızgındım. Çok daha kırgın. Memed’in yanı başımda
durduğunu bile unuttum.
- Madam Rosa iyi misiniz? İsterseniz ben sonra
gelir alırım anneme göndereceklerinizi.
- Benim ismim Aslı! Anladın mı Memed, Aslı! Bana
Madam Rosa demeyi kes artık ve defol git başımdan
Allahın belası çocuk!
Kübra Çağlayan 01.03.2013
Yorumlar
Yorum Gönder