Nevzat Bey… Bu önce bir Yusuf Atılgan meselesiydi…



Tanımadığınız bir adam size şiir okudu mu hiç?
Çay ısmarlayıp yolunuzdan döndürdü mü?
Bir bardak çayın eşlik ettiği bir sohbette birkaç şairle, onlarca güzel mısra ile tanıştıran güzel bir yürek ile tanıştınız mı hiç?
Ben tanıştım. Dün. Nevzat Bey…

Dün Sultanahmet’teydim. Saatlerce okuyup, yazıp dolandıktan sonra kendimi yollara vurdum. Yokuş aşağı Eminönü, yürüyerek Galata Köprüsünü geçtim. Balık tutan onlarca insanın yanından geçerken kaç zamandır Çukurcuma’ya gitmediğimi hatırladım. Galata’dan girip, hiç bilmediğim sokaklardan Çukurcuma’ya çıktım. Çukurcuma’nın bildiğim en iyi sokağına, daha önce de birkaç parça bi’şeyler aldığım antikacıların olduğu sokağa girdim.

Sokağın her bir köşesini inceleyerek, o dükkâna vardım. Kapısında 20’li yaşlarda bir genç oturuyordu. İçeri girdim. Eski kitaplara, daktilolara, yeni kitabım için ilham olacak birkaç parça minik eşyaya bakmaya niyetlenmiştim. Birkaç adım attım. Ve onunla burun burunaydım. Yusuf Atılgan “Anayurt Oteli” 2. Baskı. 

Tüm kitaplardan ayrı bir yerde hepsi dik dururken, o yatar pozisyonda, sağ tarafında üstünde kedicikler olan zarif porselen bir fincanın yanında duruyordu. Hemen heyecanla elime aldım. Arkamda dolanan çocuğa dönüp, “Bu ne kadar?” diye sordum. “Ben bilmiyorum, bir sorup geleyim hemen” dedi, elimden kitabı alıp gitti. O sırada dükkânı gezmeye devam ettim. Eski valizler, eski porselenler, kitaplar, ne olduğunu anlamadığım bir sürü eşya arasında yürüyerek dükkânın içinde bir daire çizdim. Kapıya doğru varmıştım ki, muazzam güzellikte bir vitrinin içinde semazen biblolarını görüverdim. Dalmıştım. Bir ses yükseldi arkamdan.

“Bu kitabı neden almak istiyorsunuz?”

Yavaşça arkama döndüm. Bana mı soruluyordu bu soru, emin olamadım. Tanımadığım sakallı bir adam, genç adamın benden alıp gittiği Anayurt Oteli kitabı ile kapıda, birkaç basamak yukarıda dikilmiş bana bakıyordu.

“Anlamadım.” dedim.

“Niye satın almak istiyorsunuz bu kitabı, yani Yusuf Atılgan’ı tanıyor musunuz?” diye sorusunu yineledi.

“Bu soruyu kendime hakaret sayarım, elbette biliyorum Yusuf Atılgan’ı…” diye sanırım biraz da sinirlenmiş bir şekilde cevap verdim.

“Bilmiyorsanız ve öylesine alacaksanız satmayacağım çünkü!”

Ne garip bir adam diye düşündüm önce. Birkaç dakika sonra ise ne iyi bir adam diye…

Kitap birkaç aydır kayıpmış. “Buralardaydı, biliyordum ama yeni buldum, şimdilerde de ben okuyorum, biraz da o yüzden….”

Evlenmek isteyen kızını hiç tanımadığı, emin olamadığı, güvenemediği bir adama veren bir babanın tedirginliğindeydi. Elindeki kitabı benle konuşurken hiç bırakmadı. Rahatlasın istedim, o kitabı alıp çıkmaya o an ant içtim. 

“Ben de kendimce bir şeyler yazıyorum. Yusuf Atılgan’ın kıymetini bilirim, merak etmeyin.” dedim. O an başladı her şey. Ortamdaki gergin ve tedirgin hava dağıldı birden.

“Ne yazıyorsun?”

“Öykü”

“Neden öykü?”

“Şiir yazmak haddim değil, o yüzden. Roman da… yani şimdilik ben değil.”

“Öykücüler şiir severler.”

“Evet, ben de severim.”

“Osman Konuk bilir misin? Çok iyi bir şairdir.”

“Yok bilmiyorum.”

Konuşurken dükkânın içinde yine yürümeye başladık. Geçtiğim yerlerden bir kez daha geçtim. Bir süre önce ben önde, genç bir adam arkamda gezdiğim dükkanda, bu sefer, elindeki Anayurt Otel’ini bırakmayan orta yaşlı bir adam ve arkasında kitabı almaya kararlı bir kız olarak ilerliyorduk.

Birden durdu.

“Ya Şengül Can? Okudun mu?”

“Hayır”

“Sarkaç kitabı 2013 yılında Yaşar Nabi Nayır ödülünü aldı.”

Affalladım. Savunmaya geçtim.

“Şengül Can’ı, Osmak Konuk’u bilmiyorum ama gerçekten Yusuf Atılgan okudum.”

Güldü.

“Çay içer misin?”

“Yok teşekkür ederim. Pek sevmiyorum”

“Sigara içer misin?”

“Kullanmıyorum.”

“Dostum senin işin zor. Nasıl yazıyorsun?”

Gülüştük.

“Tütsü ve mumlarla idare ediyorum. Bazen de kahve…”

O sırada Anayurt Otelini poşete koydu. Bana uzattı. Büyük bir başarı kazanmış sporcu edasıyla, bana uzatılan kitabı, boynuma takılmış bir altın madalya gidi ellerinden aldım. O sırada geri dönüp, tekrar vitrindeki minik semazenlere baktım. Tam dalmıştım ki…

Yine merdivende birkaç basamak yukarıda, elinde bu sefer başka bir kitapla…

“Bak, dinle bu şiiri…”

bitirelim 
kendi en yükseğinden itilince herkes incinir 
yağmacıların ortasızlığı 
güneş yanığı bir suratın ortasızlığı 
çekirdeksiz mandalinaların ve çekirdeksiz kadınların ortasızlığı 
biri bana söylesin 
geldiysem ordaysam gerçekten 
bitirelim şu işi 
herkese benden 

geçmemiş gelmemiş olmamışlardan bahsederdim 
basit bir el hareketiyle bitirilmemiş 
akşam eve dönmese de hiç merak edilmemiş 

espriler iyi, kadınlar çekirdeksiz, kimse ümraniye’de oturmuyor 
boğaz manzaralı bir bilboardda oturuyor 
kimse ne kadar çok incinmiyor, bitirelim 
bu balık bir çocuk tüfeğiyle vurulmuştur diyorum 
herkese benden 
bunu hep kullanmak istediğimden değil, 
ağızsız bir çığlık 
ağızsız bir çığlık 
herkese benden kendi etinden 

“Böyle gidiyor işte…” dedi. O sırada iki çay söyledi. Dükkanın dışına çıktık. Kapının yanındaki iki sandalyede yerimizi aldık. O anlar bir festival filmi karesiydi sanki ve ödül alacağı kesindi.

İstanbul Sosyoloji mezunuymuş kendisi. Uzun yıllar sonra onun geçtiği amfiden ve sıralardan benim de geçtiğimi söyledim. Biraz dünya halleri, çok azıcık da Türkiye…  Oradan buradan sohbet ettik.

“Ya Cahit Koytak okudun mu?”

Utanarak “hayır” dedim. Yine onca tanımadığım ve okumadığım şair, yazar için strese girdim.

“Bak sana ne okuyacağım” dedi.

Ve Çukurcuma’da, bir sokağın kenarına oturmuş bir adamın sesinden, Cahit Koytak’ın yazdığı Hrant Dink şiiri yükseldi.  Şiir bittiğinde gözyaşlarım avuçlarımda birikmişti. Ve o gözyaşları Hrant için, yok yere yiten herkes içindi.

Nevzat Bey şiirin tamamını okumadı. Ağlamama dayanamadı. Şiiri yarıda kesip bana baktı. “Sulu göz bir öykücü, bu da güzel.” dedi.

Bilmiyordu. Doluydu içim.  Yazdığımda yazmaya başladığımda, kırılgan olurum, biraz da alıngan. Camdan bir heykele dönüşür bedenim. Bir sarılmayla, bir kötü sözle, bir acı şiirle hemen parçalanıveririm. Yazdığım zamanlardır bir tek, duvarlarım daha ince, daha geçirgendir. Kafamda yüzlerce soru, kalbimde onlarca yeni insanın mırıltıları ve bir de o… Doluydum işte. Bu günlerde böyleyim. Mutluyum, bir şiirin mısraları ile parçalanabilecek kadar hassasım, yıllar önce ölümüne üzüldüğü bir adama yeniden ağlayacak kadar yüreğimin pencereleri açık yine.

Hrant Dink’e 

 seni tanımıyordum, Hrant, 
yeterince tanımıyordum, evet, 
fakat gördükten sonra o gün 
küskün bir çocuk gibi orada, kaldırımda, 
yüzükoyun uzanmış, öyle büyük, destansı, 
öylesine tıpatıp kendine, özgürlüğe, 
hak edilmiş onura benzeyen bir erinçle 
uyurkenki resmini,   

hani, yalnız kendine değil, hayır, 
ölecekse, ölümü, iyi, güzel ve doğru 
şeyler uğruna olsun isteyecek herkese, 
her ölümlüye benzeyen güzellikte… 
ve kuşkusuz, en çok da, mahallenin 
zorbalarıyla baş edemediği için 
hırsından gizli gizli ağlayan, 
kendi yüreğini kemiren, 
gün günden budandığını, yontulduğunu 
ve lokma lokma yutulduğunu hisseden 
mahallenin sessiz yetimlerine 
güç veren dirilikte 
uyurkenki resmini 
gördükten sonra o gün,   

artık diyorum ki, kendime: 
vursalardı beni de, Hrant gibi, 
ben şahsen, zaptiyenin 
örtbas muşambasıyla değil, hayır, 
Agos gazetesiyle 
örtsünler isterdim cesedimi;   

Agos gazetesiyle örtsünler, ne fark eder, 
yalnızca, senin gibi, perçemim, potinlerim, 
bir de –biraz iş çıksın diye 
yoksul şairciklere, çömez muhabirlere - 
benim de potinlerimdeki 
iki romanesk delik 
görünecek biçimde…   

ki, böylece, resmin geri kalan kısmını 
güvercinler doldursun! 
senin o, İsa Peygamber’inkini andıran 
yakışıklı alnını 
kanatıncaya kadar duvara vura vura 
sonunda kalbimizde açmayı başardığın 
mucizevi gedikten 
gökyüzüne saçılan güvercinler...   

hani şu, sen susunca, senin şu koskocaman, 
Tanrının eliyle okşanmışçasına sıcak 
olduğu anlaşılan yüreğinin sesini, 
‘sessizliğin sesi’ni, sonsuzluğun sesini 
açıkça işitilir kılan, 
daha gür, daha beyaz, 
daha cesur kanat vuruşlarıyla 
gökleri çatırdatan 
‘tedirgin güvercinler’...   

seni tanımıyordum, 
fazlaca tanımıyordum, fakat 
vursalardı beni de, Hrant Dink, senin gibi, 
herşeyi göze alıp, cenaze namazımı 
Tanrı’nın ‘Meryem Ana’ evinde 
o evin avlusunda 
kılsınlar isterdim, ‘bizimkiler’!   

kılsınlar, ne fark eder? 
kılsınlar ki, böylece, Tanrı’yı bir mülk gibi 
çitlerle çevirmeye kalkışan ferisiler 
bütün mülklerin, mabetlerin 
O’na ait olduğunu bilsinler!   

seni tanımıyordum evet, tanımıyordum, fakat 
seni, öyle haksız, öyle mızıkçılıkla 
oyundan çıkarılmış bir çocuk 
gibi gördükten sonra, dostum, 
büyük kalkış gününde 
aynı oyuna çağırılan iki kafadar gibi 
kalkıp da koşabilmek için 
sana komşu mezardan, 
belki daha cesur, daha kanatlı şeyler, 
delice mizansenler hayal etmeli 
ve diyebilmeliyim ki,   

vursalardı beni de, senin gibi, Hrant Dink, 
bu yaşlı şakağımdan, 
benim de, o güvey uykusunun tadından, 
o gençlik, güzellik uykusunun tadından 
adını, kimliğini unutan cesedimi 
bir ‘karambol’ eseri 
Balıklı Mezarlığı’na defnetsinler isterdim; 
üstümü de, meselâ, Lavtacı Nazaret’in, 
Hamparsum’un, Nikolaki Ağa’nın 
iyi cins bir vatan toprağı gibi demli 
ve bir rast semai gibi ağır, kederli 
‘Ermeni’ toprağıyla örtsünler! 
evet, evet örtsünler, ne fark eder?   

örtsünler ki, böylece, efeliğin şanını, 
kanın ve kanla karılmış gücün 
verdiği sarhoşluğu burada 
kurtlara, çakallara, şahinlere bırakıp 
büyük göç katarına katılmasını bilen, 
yani senin gibi, Hrant Dink, 
şakaklarında ve potinlerinde delik, 
ama boyunlarında ne haç, ne ay yıldız, 
ne süleymanın mührü, 
simurgunu arayan bütün kanatlıların, 
bütün ‘tedirgin’ sakaların, 
bülbüllerin, çayırkuşlarının 
ve güvercinlerin 
orada, ‘eskilerin’ sözüyle, 
‘sınıfsız ve devletsiz’, 
çitsiz, çepersiz, çetesiz 
çayırlarında, ebediyetin, 
kendi soylarına soplarına boş verip, 
sabah akşam yalnızca 
Tanrının adını, yalnızca O’nunkini 
yücelttiklerini 
öğrensin zeolotlar!   

ve simurgun gökçe diriliğini, 
gökçe doğurganlığını, 
ölülere yaşama, taşlara kanatlanma 
şevkini veren bir neşide olarak 
eklediklerini 
sabah akşam ötüşlerine…   

Neden sonraydı, “Ben seni tutmuyorum değil mi?” dedi. Keyifle “Asla” dedim. Öyle ya, gün içinde anlamsız bir sürü insanla konuşuyoruz, birilerine birkaç dakika sonra unutacakları bi’ şeyler anlatmaya çalışıyoruz.  Hayatımıza hiçbir anlam, değer katmayan, hayatında hiçbir fark yaratamayacağımız insanlar ile cebelleşiyoruz. Sıkılabilir miydim? Planda, programda Çukurcuma’da birkaç saat geçirmek yokken, orada harcanan zamanı “kayıp” olarak görebilir miydim? Asla…

Benim öykülerden konuştuk. Çantamdaydı kitabım. Düzeltmeleri için  hep yanımda taşıyorum ya, hemen çıkarıverdim. Aldı, baktı, okudu.  Nasıl ilerlemeyi planladığımı sordu. “Planım yok, korkuyorum” dedim.

Sona yaklaşmıştık. Belliydi.

“Ya siz, ya siz yazıyor musunuz?” diye sordum.

“Öylesine, bir şeyler  yazıyorum.”

“Şiir mi?”

“Pek şiir denemez?”

Ben şiirlerini de sevdim. Ama en çok aşağıdaki yazısında kendimi kaybettim.

“Gözlerin için yazılmış bir masaldır ömrüm. Kaldır gözlerindeki demir perdeyi açılsın susam, açılsın haramilerden arta kalan taneler gibi göz bebeklerin, üç intihar sözü, üç kadın sevdim, üç kez ağrıdı gözüm, yağma bir benim de hakkım, üç gün üç gece, kırk gün kırk gee şölenler toylar gördüm, görmedim gözlerinden daha zengin bir sofra.”

Azığım yok “aşka adanmış sözlerden başka. Açılsın hayatın sırlı kitabı; duvardakiler, sandıktakiler, En’am cüzleri, karabaşlar, nedense Yuhanna tercihim dört İncil’den, ziyanı yok o da açılsın, aşktan ve gözlerinden başkası değil okuduğum tüm satırlarda. Brecht mesela, Bertolt Brecht okudum yeni, tüm kitaptan tek bir satır aklım da; “Bana bir iyilik yap ve çok sevme beni.”

Kendi peygamberini rahminde gizliyen çöl, Yusuf’a gebe Hacer, Yusuf kendi yüreği zindanından söyledin ne söyleyecekse. Züleyha’nın hikayesi ve yırtılan gömleğin, gözlerin hikayesi değilse nedir ve sonu aşkla bitmektedir. Gözle başlar ve aşka biter tüm hikayeler. Yakup’un gözlerini açan, göz değmiş gömlekten başkası değil de nedir? Şeyh sanan sonra, bir çeşmi siyah, dilberi Rum’dur gözlerinden şeyhin yüreğine düşen ateşin harı.

İşte böyle Sevgili! Kaldır gözlerinden demir perdeyi; ansızın, usulca, gürültüyle ya da nasıl istersen gündüz gece fark etmez, öylesi gir masalıma. Gözlerin de girsinler.

Ne çok Yasin, ne çok İnşirah, ne çok çarmıhta İsa, ne çok üstü çizik kahkaha birikmiş kumbaramda. Kulağımda hiç modası geçmeyen Taleal Bedru annemden dinlediğim, babam altı delik çarıkların hikayesini anlatmaktan da usanmadı hiçbir zaman.

Yüz görümlüğü selamı, gözlerin alır ancak müntehir bir şairin dudaklarından. Düşleri erken çalınan çocukların masalında bir varsın bir yoksun evvel zaman içinde, sol memenin altındaki cevahir, dövüldükçe uslanmayan bir çocuk gözlerin. Kalbim kendi masalında kendi kahraman gladyatördür.

Anla Sevgili! Kahraman bir aşkı olmalı insanın, kahraman bir hüznü ve ağlayan bir gözü olmalı. En çok ağlamayı becerebilen bir göz gözdür ve taşan bir pınardan içilen su ab-ı hayat suyudur. Kaldır gözlerindeki demir perdeyi ve gözlerinde demir taraklarla taranmış gövdeleri, aşk ehli raks etsin, cezbeye dursun kalpleri.

Kör olsun aşığa meydan okuyan dağlar, aşka geçit vermeyen demir kör olsun.”

Vedalaştık.

“Ben hep buradayım” dedi.

“Ben de hep geleceğim” dedim.

Ve hayatıma bir güzel insan daha ekledim.

Hey, sen ne güzel bir cumartesiydin.

Sevgiyle...



Yorumlar

  1. Adsız14/10/14

    Çok güzel bir yazı olmuş gerçekten. Yüreğinize ve elinize sağlık. Anayurt Oteli kitabını okumadım ama Ömer Kavur'un filmini sevmiştim. Benim de bilmediğim okuyamadığım o kadar çok kitap, şair, yazar var ki. Bilmediklerimin sizden daha çok olduğu kesin. Okuma ve yazma heyecanı verdiğiniz bu yazı için sağolun tekrar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba, güzel yorumlarınız benim için o kadar kıymetli ki... Mesajınızı gördüğümde ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Yazarak birilerine dokunmak ise tarifsiz bir keyif. Ne mutlu bana size okuma ve yazma heyecanı verebiliyorsam. Sevgiyle...

      Sil
  2. Adsız14/10/14

    Rica ederim, asıl ben teşekkür ederim. Yazma arzunuzun hiç kaybolmaması dileğiyle. Sevgiler.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar