Beni ben yapanlar, yolumu aydınlatanlar öğretmenlerim...
İnsan yaş
aldıkça fark ediyor birçok şeyi.
Kendisini var
eden şeylerde kimlerin emeğini olduğunu.
Ben öğretmenleri
ile hayatı şekillenmiş ve kendini bulmuş insanların en iyi örneklerinden
biriyim.
Bugün hayatımda
vazgeçemeyeceğim, beni ben yaptığına inandığım en önemli şeylerin birçoğu neredeyse hep
öğretmenlerimin eseri, öğretmenlerimin bende bıraktığı izler.
İlkokul ikinci
sınıftaydım. Nasıl olduğunu, nasıl fark ettiğini hatırlamıyorum ama ilkokul
öğretmenim Feruzan Eryürük ailemi çağırıp, çok iyi bir müzik kulağım ve sesim
olduğunu söylemişti. Beni TRT çocuk korosunun yarışmalarına sokmaları için
aileme ısrar etmişti. Ondan kısa bir
süre sonraydı. Annem bana somon rengi, hala unutamadığım, çok güzel bir elbise
dikmişti. Babamın elini tutup Harbiye’deki TRT İstanbul Radyosu'nun merdivenlerini
çıktığımı hatırlıyorum. Merdivenler ve
şarkı söylemek için girdiğim oda. Arası yok. Loş bir odaydı. Karşımda üç dört
kişi. Bir kişi de piyanonun başındaydı. İki yana örülmüş simsiyah uzun
saçlarım, somon rengi elbisemle yıllardır kalabalıklar önünde şarkı söylüyormuş
gibi iki yana sallanarak şarkımı söylemiştim. Şarkı bitince bir jürinin kalkıp
beni öptüğünü hatırlıyorum. “Çok iyiydin. Çok da tatlısın.” demişti. Ama olmadı
kazanamadım. O dönem bizde kalan babaannemin “Şarkıcı mı, dansöz mü
yapacaksınız kızı?” tepkilerine rağmen ikinci kez sınava götürmüştü babam.
Çıkışta tesadüfen babamın bir arkadaşı ile karşılaşmıştık. Ayaküstü sohbet
ederlerken babama “Burada çok torpil dönüyor. Tanıdığın var mı? Yoksa
boşuna kızı getirip yarışmaya sokma.” demişti. Anlayacağınız torpil kelimesi
ile tanışmam sekiz-dokuz yaşlarıma dayanır. Sonra bir daha girmedim yarışmaya.
Hala görüştüğüm ve çok sevdiğim ilkokul öğretmenim kazanamadığımı
duyunca “Hiç önemli değil. Sen hep şarkı söylemeye devam et.” demişti. O günden beri hep şarkı söylerim. Çoğunlukla
kendi kendime, bazen de kendimi rahat hissettiğim arkadaşlarımın arasında.
Yıl 1993…
Ortaokuldaydım,
Tarkan ve Kenan Doğulu’nun meşhur olduğu dönemlerdi. Herkes onları dinlerken,
ben Türk Sanat Müziği dinlerdim. Hatta bir gün şarkı söylememi isteyen müzik
hocamı kırmayıp tahtaya çıktığımda Hüner Coşkuner’den “Gidiyor”
şarkısını söylediğimde tüm sınıf gülme krizine girmişti, yetmezmiş gibi benle
uzun süre dalga geçmişlerdi. Yaş on iki, şarkı boyumdan büyüktü tabi J Sonra ben de furyaya
uymuş ve Kenan Doğulu hayranları arasında yerimi almıştım.
Aynı yıllarda resime
ve şiire merak saldım.
İlk şiirimi
Öğretmenler Günü için düzenlenen şiir yarışması için yazmıştım. Yarışmada
birinci olmuştum. Türkçe öğretmenimizin verdiği bir kompozisyon ödevi sonrası
ilk öykümü de o yıllarda yazdım. Aslında
onun ilk öyküm olduğunun farkına çok sonra vardım. Sınıftan arkadaşımız Selin’in de annesi olan
Seval Oğuz dersimize sadece bir sene girmişti. Göksu deresinde geçen bir aşk
hikâyesini anlattığım öyküm sonrası bana “Yazmaya devam, bırakmak yok!”
demişti.
Şarkı söylemeye
devam…
Yazmaya devam…
Yaş oldu on beş…
Lise
sıralarındayım. Herkesin deli gibi ders çalıştığı bir okuldaydım. Teneffüslerde
test çözen öğrencilerin olduğu bir okulda okudum. İki edebiyat hocamız vardı. Tahsin Yücel ve Ünsal Yıldırım. Ve okulumuzda
Mimoza adında her ay güzel bir edebiyat dergisi çıkardı. Bir gün derste Tahsin
hoca, “Çocuklar dergiye koyacak yazı bulamıyoruz. Hep aynı kişiler yazıyor.
Elbette ders çalışın ama hayat sadece ders çalışmak ve üniversite değil.
Muhakkak bir hobiniz olsun. Yazmayı deneyebilirsiniz.” demişti. Kendimce şiir
yazmaya devam ediyordum ama bilinçli bir şekilde öykü yazmayı denememiştim.
Hayatı boyunca hiç öykü kurgulamamış olan ben, o hafta iki öykü birden yazdım.
Öykülerimden biri de Mimoza’da kendine yer bulmuştu. Çok mutluydum.
Yazdığım
öykülerden birinde, annesi hayatta olmayan, sonrasında da babasını kaybeden geç bir kızı anlatmıştım. Bir gün Ünsal hocanın dersinde yazdığım öyküyü okuduktan
sonra hüngür hüngür ağlamıştım. Ünsal hocanın bana üzgün ve tedirgin bir
şekilde “Ailen hayatta mı kızım?” diye soruşunu, “Evet, hayattalar” cevabını
aldıktan sonra “Yahu, o zaman ne diye ağlıyorsun kızım” diyerek gülmesini hiç
unutmam. Kurguladığın karakterlerle
yaşamanın ne demek olduğunu o zamanlar bilmiyordum. Yazmanın bu kadar acılı olabileceğini de...
O gün neden ağladığımın cevabı yoktu. Bugün artık var.
Son sene başka
bir okula geçtim. Orada da edebiyat hocamla aram çok iyiydi. Artık şiir
yazmaktan vazgeçmiş, kendimi tümden öyküye vermiştim. Son edebiyat hocamın
defterime yazmayı bırakmamam gerektiği ile ilgili yazdığı not hala durur.
Ama hayatım da
biri var ki, ondan öğrendiklerim bambaşka...
Ahmet Başkaya,
ortaokulda son sınıfta matematik özel dersi almaya başladığım öğretmenim.
Ortaokuldaki matematik öğretmenimle aram iyi değildi. Neredeyse matematikten
nefret etmeye başlamıştım. Bizimkiler hemen önlemi aldı. “Matematik güzeldir,
iyidir, çok seviyorum.” moduna girmem için dışarıdan destek almanın doğru
olduğu kanaatine varmışlardı. Başarılı da oldular. Ama Ahmet hocayla matematik
ile başlayan serüven beni matematiğin çok zevkli bir ders olduğundan başka bir
yere taşıdı.
İdollerimden
biridir Ahmet Başkaya. Dört tarafı kitaplarla dolu bir odası vardı. Birbirinden
güzel kalemleri, defterleri… Dolmakalem ve defter merakım o zamanlar başladı.
Ders sırasında, bana çözmem için sorular verir ve beni odasında yalnız
bırakırdı. İtiraf ediyorum, soruları çözmeye başlamadan önce hemen çevremdeki
kitapların isimlerini not alırdım. Annem ve babam da kitap okuyan insanlardı
ama kitaplara gerçekten tutkun olmaya başlamamda Ahmet hocamın yeri büyüktür.
O benim için
hayatta her şeyi bilen tek adamdı. Hala da öyle...
Onu benim
hayatımda önemli kılan elbette sadece kitapları, kalemleri, defterleri ve nakış
işlenmiş gibi duran güzel yazısı değildi. Ailemden öğrendiğim her şeyi
pekiştiren insandı. Matematik dersi ile başlayan yolculuğumuz uzun yıllar devam
etti. Hala da devam ediyor. Ondan dürüst, vicdanlı ve her zaman doğrunun
peşinden koşan insan olmanın, üniversitede okumaktan daha önemli olduğunu
öğrenmiştim. “Üniversitede okumak önemlidir ancak, eğitim cehaleti alır, eşeklik
baki kalır. Önemli olan önce insan olmak kızım” derdi.
Hayatımda
aldığım en önemli kararları hala danıştığım insandır. En kötü zamanlarımda bana
“Ne kadar güçlü olduğunu unutma sakın!”
dediğinde yeniden doğar, ayaklanırdım. Hala da öyleyim. Hayatımda
kaybetmekten korktuğum insanların en başında gelir. O bir öğretmendi. Hayatıma
matematik ile girmiş ama bana matematiği öğrettiği kadar insan olmayı da
öğretmiş bir öğretmen Ahmet Başkaya. Polinomları, fonksiyonu, analitik geometri konularını
artık hatırlamıyor olabilirim ama hayata dair söylediklerini asla unutmadım.
Unutmayacağım.
Artık yaşını
başını almış biriyim. Şiirlerin, öykülerin, şarkıların, dolmakalemlerin ve
defterlerin olmadığı bir yaşam düşünemiyorum. Arkama baktığımda
öğretmenlerimden yana ne kadar şanslı olduğumu görüyorum. Hepsine vazgeçmemeyi
öğrettikleri ve bugün hayatımı anlamlı kılan birçok şeyi bana kazandırdıkları,
farkında olmamı sağladıkları için sonsuz müteşekkirim.
İşte bu yüzden öğretmenliğe
gönül vermiş insanlara şimdilerde daha farklı bakıyorum. Atanamayan
öğretmenlerin üzüntüsünü anlayabiliyorum. Yıllarca atanamadığı için intihar
eden insanları duyduğumda buna herhangi bir insanın hayatını kaybetmesi gibi
bakamıyorum. Bir öğretmenin geçinmek için mesai saatleri dışında simit
sattığını, şoförlük yaptığını okuduğumda, geçinme kaygısı olan bir insanın
öğrencilerinin hayatında nasıl bir iz bırakabileceğini düşünmeden edemiyorum.
Türkiye’nin
bambaşka köşelerinde öğretmenlik yapan arkadaşlarımın verdiği emeğe, gösterdiği
fedakarlığa şahit biri olarak sanırım en çok onlar, öğretmenler mutlu olsun istiyorum.
Sevgiler,
Yorumlar
Yorum Gönder