Nisyan
Üniversite
birinci sınıftayım. Sosyoloji öğrencisiyim. Derse giren her hoca dersin başında ya da
sonunda uzun uzun “Bu kitapları okusanız iyi olur.” diye birçok kitap ismi
sıralıyor. Saint Simon, Auguste Comte, Marx, Durkheim, Weber ve daha
birçoklarının adı hepimizin hayatında Kurukahveci Mehmet Efendi gibi olağan bir
isimdi artık. Başlanıp bitirilemeyen, bitirilse de tamamı anlaşılmayan hatta
her on cümleden bir tanesini anlamayı kar saydığımız kalın kalın kitaplarla
dost olmuştuk. Bu arada hocalarımın hakkını vermeliyim, anlamadığımız her
cümleyi saatlerce anlatmaya istekli, kolay ulaşılabilir ve yaklaşılabilir
hocalarım vardı. Neyse, bir gün Doç Dr. Yücel Bulut, ödev olarak bir kitabı
okuyup özet çıkarmamızı istedi. İlk özet çıkarma ödevimiz
değildi. Onun ödev olarak verdiği kitaplar da oldukça uzun “Bugün başlasam ne zaman bitiririm
de özet çıkarırım acaba?” hesabı yaptığımız kitaplardı. Bu sefer ödev olarak Metis
yayınlarından Gulbenkıan Komisyonu “Sosyal Bilimleri Açın” isimli doksan yedi sayfalık
bir kitabı ödev vermişti. Herkeste bir rahatlama, bir mutluluk, kitabı satın
alanların dilinde “Ay doksan yedi sayfalık bir kitap, bir gecede okur, bir gecede de
ödevi yazarız.” nağmeleri… İşini asla
son güne bırakanlardan olmadım ama hayatımda belki de ilk kez bu ödev zamanı
rehavet çökmüştü. Ama yine de son güne bırakmadım. Ödev teslimine dört gün kala
kitabı okudum. Sadece okudum. Okuma-yazma bilen herkesin yapabileceği gibi.
Anlamadım. Ertesi gün okula gittim. Kitabı okuyanlar üçe ayrılıyordu: “Kitabı anladınız mı?” diye soran, anlamamış
olmayı gurur yapmayanlar, “Anladım ama tam içselleştiremedim.” diye ben her şeyi anlarım da bu kitapta bir
sorun varcılar, “Kitap galiba anlaşılmamak için yazılmış.” şeklinde işi dalgaya
vuranlar... Ödev teslim günü geldiğinde hatırladığım kadarıyla birkaç kişi ödevi
verdi. Hocadan bir hafta daha süre istendi. Tekrar tekrar okudum. Aslında
birçok şeyin çok güzel bir özetiydi. Öyle hatırlıyorum. Bir gecede okunacak
değil, yavaş yavaş sindirilecek, birkaç sayfa okuduktan sonra kapatılıp kenara
bırakılacak ve ertesi gün tekrar ele alınacak bir kitaptı. Kitabın derinliğinin uzunluğu ile doğru orantılı olmadığını ilk o zaman anlamıştım.
“Saate
bakıyorum. Bileğimde acı bir bilezik. Zamanın tasması. Acıtıyor. Akrep değil
şeytanın kirpiği, yelkovan desen kesip attığı tırnak. Etime geçirmiş dişlerini
tik tak kemiriyor.”*
Peki, tüm
bunları neden anlattım? Yıllar önce yaşadığım bu duyguyu Murat Gülsoy’un “Nisyan”
isimli kitabında tekrar yaşadım. Beni tanıyanlar Murat Gülsoy’u ne kadar
severek okuduğumu bilir. Kitap çıkar çıkmaz bir arkadaşım “Hey haberin var mı?
Gülsoy’un yeni kitabı çıkmış.” diye mesaj attı. Haberim vardı. Satın almıştım
bile. Ama okumaya başlamamıştım. Ne de olsa yüz on iki sayfalık, kısa kısa paragraflardan oluşan, bir gecede bitirilebilecek bir kitaptı. "Bir pazar elime alır, şipşak
okurum." dedim. Yaptım da, bir pazar günü bitirdim kitabı. Kitap bittiğinde
aklımda, kalbimde tamamlanmamış bir yapbozun eksik parçalarının bıraktığı
huzursuzluk vardı. Üniversitede okuduğum kitabın aksine bu kitabı anlamıştım
ama hissedememiştim. Çünkü anlatılan hikâyenin hüznünü, gerçekliğini yok
saymıştım. Son yıllarda gazetelerin üçüncü sayfalarında herkesin kanıksadığı “kadın
cinayeti” haberlerini okur gibi okumuştum. Oysa kanıksamak lügatımda sadece bir
kelimeydi. Okuduğum her habere dahi canım yanarken, kitapta ölüm döşeğindeki yazar adam için
üzülememiştim. Tekrar okumak üzere kaldırıp kenara koydum. Ve hazır olduğumda
tekrar elime alıp, birkaç sayfa okuduktan sonra kitabı kenara bıraktım. Her gün
sadece birkaç sayfa… Çünkü ölümün bu kadar “gerçek ve sarsıcı” anlatıldığı bir
kitabı belli bir dozdan fazla ruha zerk etmek iyi gelmiyordu.
Murat Gülsoy Nisyan’da
bir yazarın yavaş yavaş ölümünü anlatıyor. Kelimelerin yazarın zihnindeki
dünyalar arası yolculuğunu, varken yok olmayı, yok olmaya alışmayı, var olanı
yokmuş sanmayı, hatırlamamayı, incecik bir çizgi üzerinde siyah ile beyaz
arasında verilen mücadeleyi…
Kitap kısa kısa
paragraflardan oluşuyor. Yazarın ölüme doğru yaptığı yolculuğa şahit
oluyorsunuz. Hatta yazarın kendisi olup, onun yerine yatağa giriyorsunuz. Koluna
giren iğnenin acısını, hatırlayamadıklarının hüznünü, kafasındaki soru işaretlerinin bıraktığı
yorgunluğu, yazmak istediklerinin sorumluluğunu, en çok da güçsüzlüğünü, yorgunluğunu
hissediyorsunuz. Onun gözünden bakıyorsunuz her şeye. Oda, eş, hemşire, kalem, sarı
kağıtlar, koridor, tünel kazıcılar, işçiler, baba, oğul, boşluk, gece,
mürekkep, harfler, dümen, kan, kuytu, takvim, sözcükler, ölü, yalnız, zaman,
yazar…
Bir yazarın ölümünden sebep, kendi ölümünüzü düşünüyorsunuz. “Ben neler
sayıklayacağım acaba?” diye bir not düşüyorsunuz hayatınıza. Eğer bir de yazan
bir insansanız, yazamadıklarım ölüm döşeğinde benim de canımı bu kadar yakacak
mı merakı içinizde büyüyor. ‘Bu aslında sadece bir roman!’ diye kendi kendinizi
telkine başlıyorsunuz. Ölüm ne kadar gerçekse, işte bu kitap da o kadar gerçek.
“Metrelerce derinlikte
çalışan işçilere sesleniyorum, yeter artık, yazmayın, diyorum.”*
Bu arada “Nisyan”
ne demek merak edenler için anlamının “unutmak, önceden öğrenilmiş, görülmüş
olan her hangi bir şeyi anımsayamama ya da tanıyamama” olduğunu belirtmekte
fayda var. Yani kitabın ismi, tüm hikâyeyi kucaklıyor. Kitabın kahramanı unuttukça
eksilen insanın, hatırladıkça hüzünlendiren bir örneği olarak karşımıza dikiliyor.
Ve neredeyse her cümlesinde, ölürken bile yazarak ölümsüzlüğe ulaşmanın
mücadelesini veriyor. Zihninin her köşesinde kelimeler, odanın her köşesinde
küçük sarı kağıtlara alınmış notlar... Onun için hayat yavaş yavaş dağılıp
parçalanırken, yazar ölüm döşeğinde son romanını birleştirerek yeni ve ölümsüz
bir hayat inşaa etmeyi hayal ediyor.
“Her şey
kelimelerden ibaret. Zaman zaman kaybediyorum onları. Yayın kesiliyor.
Devrelerim karanlığa gömülü bir hayalet şehir. Suskun iç karanlık. Kelimeler
dilimin ucundan kayıp gitmişler. Benjamin karşısında durup düşünüyorum. Bu
incecik dallar, bu narin yeşil yapraklar, yerlere dökülmüş bir- iki tane sarı.
Sonbaharın evcilleşmiş hali. Ayrıntılarını tek tek zihnime yerleştirsem
bütünleşip kelimesini bulacakmışım gibi. Bazen olmuyor. İyi ki bu küçük kâğıtlar
var. Adlarını yazıp nesnelerin üzerine yapıştırıyorum. Dünya artık sesli
sözlük.”*
Ölmeden ölümü
deneyimlemek, ölürken ne hissedeceğini bilmek mümkün değilken “Nisyan” ölümü
deneyimlemiş bir yazarın sanki ölümden sonra dirilip, yaşadıklarını anlatması
gibi “gerçek bir roman” olarak dikiliyor
karşımıza. Özellikle ölümle ilgili öyküler yazdığım şu son birkaç yılda ölüme
yaklaşamadığımı, Murat Gülsoy’un kitabını okurken anladım. Belki ilk seferde
kitabı bu kadar hissedemememin -hissetmek istemememin- altında ölümü böylesi
güzel anlatamayacak olmamın verdiği huzursuzluk yatıyordu, bilemiyorum. Ama şu
anda her sayfasını notlarla doldurduğum kitabın beni ruhen ne kadar beslediğini
anlatmam mümkün değil. Özetle bu kitabı sadece
okuyun demiyorum, bu kitabı deneyimleyin.
Sevgiyle kalın,
*Kitaptan alıntılar.
Yorumlar
Yorum Gönder