Ben Bu Diyardan Giderdim de...
Can gidiyor,
canlar gidiyor haftalardır…
Gözlerimin kenarında
gözyaşlarım haftalardır nöbete durmuş bekliyor.
Anlamadım, nasıl bir terör örgütüdür gözyaşları, bir söz, bir ses,
tanımadığım bir insanın yitip gidişi karşısında milyonlarcası bir anda toplanıp
saatlerce çağlıyor. Gözyaşı öyle bir örgüt ki ne polisten, ne biber gazından,
ne de boğazı yırtılana kadar “şiddet” diye bağıranlardan korkuyor.
Niye sevmediler seni, beni, bizi bu kadar?
Tanımıyorum
birçoğunuzu, sen de tanımıyorsun beni. O meydanlara dökülmesek belki hiç
tanımayacaktık birbirimizi. Başka
dertlerin içinden, başka dünya görüşlerinden, bambaşka mahallelerden geldik.
Ben derdimi sana, sen derdini bana anlattın. Birkaç ağacın gölgesinde
dertleştik.
‘Hiç böyle düşünmemiştim.’ dedim.
‘Hiç bu açıdan
bakmamıştım.’ dedin.
Yolda yürürken
ayağıma bassan, omzuma çarpsan belki döner ters ters bakardım sana, ama o
meydanlarda gülümseyerek “pardon” demeyi,
gülümseyerek “önemli değil” demeyi öğrendik. Biz kötü insanlar olmadık. Kimseyi itmedik,
kakmadık. Belki çocukken birkaç pencere kırıp kaçanlarımız vardı, onlara da
kucak açtık. Öyle ya affedecek olan da biz değildik, bağışlayacak olan da… Bize
ayıp örtmek yakışırdı, ayıp örtmeye çalıştık. Bu yüzden bazen abartıp sinirine
hakim olamayana “aman ha sakın!” dedik. Mübarek bir günde, kandilde, elinde “Ateistim
ve bu benim ilk kandilim. Müslüman kardeşimin kandilini kutlarım.” yazılı
kâğıdı tutan genci görünce, doldu ya gözlerimiz, birbirimize bakıp gülümsedik.
Gerçekleşiyor muydu hep hayal ettiğimiz. Ben inanıyorum, sen inanmıyorsun diye
ayırmadık yollarımızı, bazılarımız zaten hiç ayırmamıştık, omuzlar üstünden garip bakışmaların kölesi olmadık, ne
giydiğine bakmadım, ne giydiğime bakmadın, birkaç metre fazla ya da az kumaş
parçasıyla ilgilenmeden kucaklaştık biz. İnsan olmaktı aslolan... Saygı
duymaktı, başka inançlardan, başka düşüncelerden gelsek de birbirimizi sevmeyi
öğrenebilmek, küçük harflerle tartışmayı bilmekti. Buydu zaten istediğimiz.
Önce ağaçlara, sonra birbirimize sarıldık. Koca ağaçların gölgesinde o güne
kadar birbirimize ettiğimiz haksızlıklar, ötekileştirdiklerimiz için günah
çıkardık, sana uzanan ele ses çıkarmadığım için günah çıkardım, bana,
dostlarıma uzanan ellere ses çıkarmadığınız için günah çıkardınız.
Ayıplarımızı, günahlarımızı örttü ağaçlar... Biz ‘Bana dokunmayan yılan bin yıl
yaşasın.” atasözünü yok saydık. Söylesene niye sevmediler bizi? Evet, çok
kalabalıktık, belki yetmedi gönülleri hepimizi içeri almaya, belki sevmek
istemediler bizi. Bizim, herkesten bir parça olduğumuzu anlasalardı severler
miydi seni, beni, bizi? Hadi sevmediler, anlasalar, anlamaya çalışsalar da
yeterdi. Öyle ya her şey anlamak ile başlıyordu. Beni anladığın, dinlediğin
için elimden kandil simidi, sıcak poğaça yemedin mi? Seni anladığım, dinlediğim için elinden bir
bardak su, bir bardak çay içmedim mi?
Niye kızdılar sana, bana, bize bu kadar?
Parmak
salladılar bize. Kötü, kötülük peşinde dediler hepimize…
Oysa dünyanın
bir başka ucunda öldürülen canlar, hangi dinden, hangi ırktan, hangi milletten
diye bakmadan gözyaşı dökenlerimiz, her türlü zulüm, zalim karşısında
bağırmaktan, ağlamaktan sesi kısılanlarımız vardı.
İnsanın insana
ettiğine inanmak istemeyenlerimiz, dünya denen abuk sabuk düzene lanet
edenlerimiz, bir çocuğun bir damla gözyaşı akmasın diye göğsünü siper edecek
olanlarımız vardı.
Yolda yürürken
sırf karıncaları ezmesin diye başını yerden kaldırmayanlarımız vardı.
Havalar ısınınca
kapısının önüne sokak hayvanları için bir tas su koymayı namaz kılmak kadar
farz bilenlerimiz vardı.
Kabuk bağlamış
yaralarımız vardı bizim. Rüzgâr esse
kanamaya başlayan… İlaç olduk birbirimize, anlamadılar ama biz aslında kimsenin
yarası olmasın istedik. Varsa birinin kanayan bir yarası, sadece o biri için,
biz olmayı öğrenmeye istekli yüreklerdik.
Herkes gibi
insanlardık. İyiliklerimiz, kötülüklerimiz oldu. Bazen sustuk, bazen
susturulduk. Kimi zaman merhamet ettik, kimi zaman merhamet dilendik. Dedim ya,
başka mahallelerden, başka sofralardan, başka günahlardan, başka hayallerden
gelmiştik. Upuzun ve bölünmemiş bir sofraya hayalini kurduğumuz, aynı umut dolu
gelecek için oturmadan önce birbirimizden af diledik. Bizler herkes
için göbek adı ‘vicdan’, soyadı ‘anlayış’ olan bir dünya isteyenlerdik.
Neden ağlattılar seni, beni, bizi bu kadar?
Şimdi dünya yer
yer karanlık benim için. Ara ara aydınlanıyor gökyüzünün bazı yerleri. Orada
aynı sofrada otururken ‘hoşçakalın’ demelerine bile izin verilmeden aramızdan
çekip alınanları görüyorum. Benim için onlar bizden daha aydınlıktalar… Bu yüzden ben sonsuz bir yaşama inanmayı seviyorum. Onlar, isimleri yüreklere, bir ağaç gövdesine çakı ile kazınmış gibi olanlar...
Ama yine de
aklıma geldikçe yitenler, gözlerim doluyor, neden diye soruyorum.
Sabahlar artık
daha tedirgin, daha kırılgan.
Geceler daha
sessiz, daha keskin.
Kötü haberler ne
sabah bıraktı, ne akşam…
Bu yüzden günler
hep alaca.
Son maskesi de
düştü dünyanın, o yüzünü de sevmedim yaşam denen saçmalığın.
Haftalarca
umutla, anlayışla, vicdanla demlenmiştik oysa. Şimdi sessizce dinliyorum
insanları. Arada duydukça nefret kusanları, ölünün arkasından konuşanları,
anlamayanları, bölmeyi, ayrıştırmayı ibadet sayanları, o zaman Kerbela’da susuz
kalmış gibi kuruyor içim.
Ben, bu diyardan giderdim de…
Günlerdir son
damlası kalmış denizi bölüşemeyen balıklar gibi çırpındığımda, bir yanım kalk
git bu diyardan, başka denizler bul kendine diyor da, hemen ayaklanıyor ruhum,
bir taş bağlayıp ayağıma bırakıyor beni kalan o son damla suya.
Öyle ya, açılsam
başka denizlere, uçsam başka bir gökyüzünde, bulur muyum aynı türküde ağladığım
insanları?
O başka
diyarlarda sunarlar mı bana Azerinin, Çerkezin, Lazın, Kürdün, Yahudinin,
Müslümanın, Ermenin, Hristiyanın, Musevinin, Rumun, Ateistin oturduğu zengin
bir sofrayı?
Bir fincan
kahvenin hatırına dost bilirler mi beni?
Çayı demle beş
dakikaya sendeyim desem, onların kapıları da hep açık olur mu bana?
Evde yangın
çıksa itfaiyeyi aramadan önce kapısını çalacağım bir komşum olur mu oralarda?
Asma yaprağının
anlamını, değerini bilmeyen bilir mi, anlar mı benim ne hissettiğimi?
Özlemez miyim
sokak simidinin kokusunu?
Bayramlar daha
bir eksik olmaz mı?
Özlemez miyim
kalabalık iftar sofralarını?
Sabah ezanını
duymadığımda nasıl anlarım günün ağardığını?
Belki her şey
bırakıp gidilir de…
Nasıl bırakırım,
bana umutlu, vicdanlı, merhametli, anlayışlı olmayı, en önemlisi de haksızlık
karşısında susmamayı öğreten babamın huzurla uyuduğu toprakları…
Sen merak etme
baba, bırakmıyorum seni!
Sen merak etme
baba, ben kucakladım herkesi, biz kucakladık herkesi, biliyorum onlar da bir gün kucaklamasalar da
anlayacaklar beni, bizi…
Yorumlar
Yorum Gönder