Bu bir mektup, Kelebeğin Rüyası'ndan sebep...
Sevgili Rüştü,
Bu mektubu çok uzaklardan
yazıyorum size, yaşam ile ölüm arasındaki kısa, yaşadığımız dönemler arasındaki
uzak bir mesafeden…
Bundan bir yıl önce “Yılmaz
Erdoğan’ın Yeni Filmi” başlığıyla yazılmış bir köşe yazısı sayesinde haberim
olduğu varlığınızdan, yokluğunuzdan, birçoklarımız tarafından varken yok
sayılmanızdan... Yılmaz Erdoğan’ın kim olduğunu da bilmiyorsunuz ya siz şimdi, hepsini
tek tek anlatacağım. Mesele haberdar olmaktı varlığınızdan, onu başardık ya, önümüzde
uzun yıllar var artık. Konuşmak, anlatmak, telafi etmek için. En önemlisi
bugün tanıştık sizinle, bakıştık. Siz koca bir perdenin arkasında nefes alıp
verirken, ben de mahcup, kederli ama geç de olsa tanışmış olmamızın verdiği
mutlulukla hatta içimdeki kederi ve mahcubiyeti bastıracak heyecanla baktım
sizlere uzaktan…
Rüştü, "Ben ölecek adam değilim" demişsin ya, ne sen ne
Muzaffer ölmediniz, haberiniz ola. Hatta bırak ölmeyi, şiirlerinizin dışında
sonsuza kadar yaşayacağınız bir dünya daha yaratıldı adlarınızla. Adı “Sinema” Hiç
film izlediniz mi bilmiyorum ama şiir kadar yalnızlık kokmasa da bazen şiir
kadar ağlatabilen garip bir dünya sinema. Önünüzde
koca beyaz bir perde, oturup izliyorsunuz. Bugün o perde sizin koca
yüreklerinizi taşımak için küçük kalmış olsa da inanın bu haliyle bile yetti,
yüreğimde küçük küçük çukurlar kazıp şiirlerinizle, acılarınızla,
gözyaşlarınızla doldurmama…
Siyah bir at ile başlıyor film. Ya da şöyle mi
anlatmalıyım size, Zonguldak’ta maden ocağında, bir atın kömür karası
gözlerinde, kömürden değil, yaşıyor olmaktan sebep kederli insanların
yorgunluğunda… Ölümden birkaç ton açık yalancı bir aydınlıkta, usul usul
yükselen bir müziğin kırgınlığıyla başladı film. Filmin geneli de solgun
renklerdeydi. Bahar ortasında çıkan bir fırtınaya yenilmiş tomurcukların umutsuzluğunda desem, daha çok seversiniz
belki de. Tam o sırada Rüştü’yü gördüm. Bu sefer şiirden değil, kömürden sebep elinde
bir kalem, kâğıtla… Yazmaktaydın. Koştun. Ve hemen sonrasında da Muzaffer, sendin,
bir elektrik direğinin tepesinde, ekmeğinin peşinde, alnında boncuk boncuk terinle.
Merhaba dedim, güldüm, siz bisikletle Suzan ile ilk karşılaştığınız dakikalara varmadan,
ben sizi görmüştüm. Biz tanıştığımızda siz daha Suzan için şiir yazma iddiasına
bile girmemiştiniz. Ve daha ciğerlerinizden yükselmemişti henüz kederleriniz.
Yaşam kan kokmamıştı. İkiniz için de tek öğün yemekle yaşamak vardı, yazmak
vardı, şiirler vardı. Varlık Dergisinde şiirleriniz bile daha yayınlanmamıştı. Şiirleriniz
yayınlanmış mı diye Varlık Dergisinin olduğu paketi açışınızı, isimlerinizi
arayışınızı görünce işte dedim, iki dost daha. Farklı bir dönemde, aynı derginin
içinde ümitsizce arıyorum bazen ben de ismimi. Belki de bu yüzden bir tek ben o sahnede döktüm birkaç damla.
Behçet Hoca da var filmde. Her şey bir kenara şanslı olduğunuz şeyler de
varmış be! Şimdi Behçet Necatigil gibi bir şairi bul bulabilirsen kendine hoca
diye, nerdeee… Hayalini bile etsen, deli diye önlük giydirip akıl hastanesine
tıkarlar. Şanslıymışsınız kâğıt üzerinde, kader diye alnınıza
yazılanları boşver düşünme! Yazacak kâğıdı, kalemi bile zor bulmuşsunuz, şiire düşmüş yüreklerinizi
alıp, gecenin bir yarısı Behçet Hoca’nın kapısına dayandığınızda, hani şu Muzaffer’in iş yerinden kaçırdığı
daktiloyu kırdıktan sonra, ah o anda, Behçet Hoca’nın evinde onun daktilosuyla oturup yazmaya
başladığınızda, nasıl da yanınızda olmak istedim, demlemek iki bardak çay size,
içiniz ısınsın diye. Evet, daktilonun
düşüp kırıldığından da haberim var. Hatta filmi izlediğimiz salonda, o sahnede
bir kız güldü de, dönüp baktım neye gülüyor diye! Oysa nasıl acıdı benim içim,
parmaklarım çelik bir kapı arasına sıkışmışçasına. Boşverinn! Geçti,
gitti. O geçti gitti de şu verem denen
illetin size ettikleri, içimi ezdi. Ne diyebilirim ki, keşke sebebiniz
olmasaydı o hastalık yirmili yaşlarınızın başında. Rüştü “Acıyı çağırma bizde
ondan çok var .” demişti ya Muzaffer sana, bende o kan kustuğunuz anları
konuşmak istemiyorum, göz yaşlarımı çağırıyor o anlar hatırladıkça.
Keşke şimdi burada
olsaydınız, hani o öldüğünüz yaşlarda, Muzaffer, Rüştü deseydim ben size,
elbette Behçet Hoca, bir de ben. Koca bir masa kursaydım, siz sabaha kadar şiirden,sevdadan konuşsaydınız da ben boşalan bardaklarınızı doldursaydım, dolan küllükleri
boşaltsaydım. İstiyorsanız Suzanla Medihayı da çağırırdık, aldırış etmezdim. Ama tutamazdım çenemi, sorardım o zaman Suzan’a,
neden Rüştü’nün yazdığı “Ne kucak açar hatıralar. Ne de dönerler
gemiler bir daha…” mısralarını, Muzaffer'in yazdığı şiirden bozma aşk mektubuna tercih etti diye. Medihaya da biraz surat yapardım belki, Rüştü, sırf seni ölümle yüzyüze bıraktı diye. Öyle hoş geldiniz diye kucaklamazdım ama misafirdir,
iki tabak da onlar için koyardım masaya.
İki büyük şairin sevdasına kusur etmezdim, şiirlerinizin hatrına. Ne dedin?
Yok, yok hayır sakın o soruyu sormayın şimdi bana, ben tercih yapamazdım ne
şiirleriniz ne sizin aranızda. Hani konu yazmak, hele de şiir olunca... Boşverin şimdi girmeyin siz hiç o konulara.
Uff ne çok konuştum değil mi? Yıllarca görmediğiniz bir arkadaşınız ya
da ne bileyim bir hayranınız sayın beni, mazur görün oradan buradan anlattığım
bir sürü şeyi. Sizin yaşadığınızdan o kadar başka bir dönemden yazıyorum ki bu
mektubu size, bugün burada olsaydınız eminim kızardınız, karnı tok yatıp,
elinin altında daktilodan çok daha gelişmiş bilgisayar denen bir aletle yazmayanlara. Bilgisayar mı? Nasıl desem, daktiloya bir tiyatro sahnesi ekleyin ama camdan bir sahne. Daktiloda yazdıkların o sahnede beliriyor, sonra dünyanın bir başka ucunda başka bir sahneden okunuyor. İşin güzeli bu daktiloya monte edilmiş küçük tiyatro sahnesi yanınızda da taşınabiliyor. İşte böyle, bilgisayarın ne olduğunu ancak bu kadar anlatabilirim size. Onun sayesinde bolca yazıyoruz aslında. Sosyal medya diye bir şey var şimdilerde.Nasıl anlatsam herkes şair, hepimiz bir şeyler yazıyoruz. Tiyatro sahnesine monte edilmiş daktilosu olanlar için kurulmuş bir köy kahvesi gibi bir yer işte. Herkes her telden yazıyor. Birbiri ile yazarak konuşuyor. Orada yazıyoruz, okuyacak adam arıyoruz. Bizim yok tabi Behçet Necatigil gibi bir hocamız. Ölünce arkamızdan okunacak herkese açık bir günlük
bırakıyoruz. Bu yazıya başlamadan bir baktım da sosyal medyada ortalık yerde konuşulanlara,
yine birileri dünyayı yakıyor futbol takımları uğruna. Sizin anlayacağınız hala
kimse ne şair ne de şiir uğruna dünyayı yakmıyor, onun yerine şairi, şiiri
yakanlar var ki, neyse, girmeyelim o konuya da. Ama Yılmaz Erdoğan gibi güzel bir yürek çıktı da, şairin, şiirin kıymetini bilen yürekleri her gün yakacak
bir film yaptı sonunda. Filmde Behçet Hocayı o oynuyor. O da şair sizin gibi.
Bir Noel Baba hikâyesi ile hem güldürüp, hem ağlatabilen sözcüklerin
efendisi. Rüştü filmde seni Mert Fırat, Muzaffer seni de Kıvanç Tatlıtuğ isimli
iki genç oynuyor. Oynamak çok yavan bir kelime oldu. Nasıl desem, yaşıyorlar. Şiir
yazmayan bir adam anlar mı bir şairin yürektekileri kazıyıp kağıda dökemediği anların acısını, kaygısını, doğru kelimeyi
gökyüzünden çekip kâğıda yıldız diye kondururken bilir mi yaşanan hazzı derseniz, dün, yok anlamaz derdim. Bugün mü? Öyle bir anlar hatta öyle bir yaşar ki derim, siz
kalemi tuttuğunuz anları hatırlar da, biz bu kadar düşmüş müydük şiire diye
sorgularsınız kendinizi. Yani uzun lafın kısası, diyeceğim o ki, sadece
şiirleriniz değil, yürekleriniz de emin ellerde. Ne yazan, ne oynayan ihanet etmedi size.
Ahh keşke burada
olsaydınız. Olmadı daha uzun yaşasaydınız.
Sizin gibi “yazmak” deyince yolu
aynı duygulardan geçenlere sizler hocalık yapsaydınız, ne bileyim olmadı sadece arkadaş olsaydınız. Bugünlerde yaşasaydınız verem denen illete de
yakalanmazdınız. Verem şimdilerde insanların sinirlenince birbirine kullandığı
günlük bir kelime. Öldürmüyor hatta insanlar bazen neşeli neşeli birbirine “Yahu kardeşim verem ettin beni!” diyor. Dedim ya garip bir zaman diye. Yani kansız bir verem bizimkisi. Kimse verem diye birbirinden de
kaçmıyor. Hani anlayacağınız herkes bulaşıcı olmadığını biliyor. Birbirinin elini sıkıyor. Ne güzel demişsin
Muzaffer Suzan’a, hani Suzan Rüştü’nün elini sıkmayınca “İnsanlar tokalaşınca
verem bulaşmaz. Olsa olsa sevgi bulaşır, o da zamanla geçer.” Şimdilerde sevgi de bulaşmıyor ya insanlara, neyse o konuya da hiç girmeyeceğim. Bakma,
veremi, yokluğu, savaşı saymazsak sizin yaşadığınız dönem en güzeliymiş.
Öyle bir filmdi işte,
izledim bitti. Bu filmi ne şartlarda izlediğimi bilseniz halime ne gülerdiniz. Yok, bunu burada
anlatmayayım, buluşunca konuşacak bir şeyler kalsın öbür tarafa, hani gülecek
bir şeyler.
Ama öncesinde müsaadenizle sizinle tanışmama vesile olan Yılmaz
Erdoğan’a kocaman bir teşekkür edeceğim. Hem
iki güzel insan tanıdım, hem de şiirlerini okudukça ağlayacağım iki insan daha
hayatıma kattım. Siz bilmiyorsunuz bu devirde okuyup ağlayacak şiir bulmak da
mesele. Kimseye haksızlık etmeyeyim ama büyüklerin deyimiyle “Ne varsa hep
eskilerde” Şimdi ikinizin de bir şiirini okuyacağım. Muzaffer senin, “Öldükten
Sonra” , Rüştü senin de “Hülasa”
şiirini. Ve söz veriyorum size, duvarlara şiirler
yazdığınız anları hatırlayıp, yazarken bundan sonra daha çok bileceğim kalemin,
kâğıdın kıymetini…
Ve son kez ikinize de “azmin değil bir hevesin peşine
düştüğünüz” için sonsuz teşekkürler. Muzaffer hatırlar bu cümlenin nerede geçtiğini. Sen Rüştü'ye anlatırsın Muzaffer. Bilmem belki de anlattın.
Sevgiler,
Kübra
Olaganustuydu, hem film hem de yaziniz..
YanıtlaSilEllerinize saglik..
Beğenmenize çok sevindim.
YanıtlaSil