Halfeti... Hep özleyeceğim çocukların memleketi...
Bir başka insanı mutlu etmek isteyecek
büyüklükte yüreğe sahip arkadaşları, dostları, tanıdıkları varsa insanın hayat
o zaman yaşamaya değiyor.
Ve bir çocuğun ağzından “seni seviyorum”,
“seni öpebilir miyim?”, “gitme” kelimelerini duyuyorsa insan, gönlü artık hep o
çocuklara ait kalıyor.
Onlar yıllar önce yüreğimde kocaman bir yer
edinmiş, Halfeti’nin Argıl ve Gürkuyu Köyünün çocukları.
Hep özlediklerim, hep özleyeceklerim.
Kavuştuk…
Kavuşmak kelimesi o upuzun yolun ucunda onlar
olduğu için daha bir anlam kazanıyor.
Sözümü tutabildiğim için büyük bir huzurla,
köyü ve çocukları nasıl bulacağım merakıyla, hediyelerden mutlu olacaklar mı,
ne kadar çocuğa yetecek heyecanıyla gittim bu sefer köylere.
Önce Antep’e, Antep’ten 1,5 saatlik dolmuş
yolculuğuyla Birecik’e, Birecik’ten 45 dakikalık yolculukla Halfeti’ye oradan
da yine uçsuz bucaksız çorak, yer yer fıstık tarlalarının arasından yine uzun
bir yolculukla Argıl ve Gürkuyu Köylerine…
Varmak…
Sanki ulaşılmasın diye dünyanın bir başka
ucuna inşa edilmiş gibi hissettiren köyleri uzaktan görünce varmak kelimesi
kavuşmak ile birleşip mutluluk oluyor.
Nisan sonunda karar verdim gitmeye. Okullar
kapanmadan 1 hafta önce orada olmayı çocuklara karne hediyesi niyetine küçük de
olsa hediyelerini vermek istedim. Her şey planlandı. Bu sefer Tuğba öğretmen
öğrencilerinin isimlerini, ayakkabı numaraları, bedenlerini tek tek yazdı, bir
de köydeki en ihtiyaç sahibi kişileri. Hemen dostlar, tanıdıklar arandı, mail
atıldı. Ve ne mutlu ki, birçoğu çağrımı yanıtsız bırakmadı. İhtiyaçların
birçoğu birkaç hafta içinde toplandı. En son kalanlar için çıktığım
alışverişte, alınanların bir köye yardım olarak gideceğini duyanlar bir çorap,
bir boya kalemi, bir resim kitabı da bizden olsun dediler, poşetin içine atıverdiler. Tüm bunlar o çocukların kısmetiydi. Damlaya damlaya göl oldu. Ve
ben varmadan koliler yerine ulaştı. Geriye benim için sadece uçağa binmek
kalmıştı.
5 Haziran Perşembe. Okuldan, sınıftan içeri
girdiğim o an. Minik yüzlerdeki tebessümle, meraklı bakışlarla, sıcacık
sözlerle karşılandım. Onlar mı daha heyecanlıydı, ben mi emin değilim. Önce
şekerler dağıtıldı. O saniye gerçeklerle yüzleşme vakti gelmişti. Bir önceki
ziyaretimde çikolata alan küçücük bir çocuğun tekrar gelip, “Ben bunu tek yiyemem evde kardeşim var,
öğretmenim onun için de çikolatanız var mı?” sorusu hayatımda yer etmiş bir
andı. O tecrübeyle bu sefer herkese dağıtırken, evdeki kardeşleri için de şeker
dağıtmak istedim. Ben kaç kardeşiniz var
diye sordukça, Tuğba öğretmen cevapladı başka başka hikâyelerle…
Rojin… Sınıfın neredeyse en sessizi. Kardeşi
var aslında, ama cevap vermiyor çünkü çocuğu olmayan amcasına evlatlık olarak
verilmiş. Öz babası da kısa bir süre önce hayatını kaybetmiş. Her şeyin
farkındaymış gibi yaşından büyük bir acı var yüzünde. Susuyor öylece, şekeri
avucuna zar zor alıyor. Göz göze gelemiyoruz Rojinle. Çünkü hiç kafasını
kaldırmıyor.
Zehra… Kaç kardeşin var bakalım diye sorunca
kendisi başlıyor anlatmaya. "Öğretmenim iki kardeşim vardı ama öldüler onlar" diye cümleye başlıyor, hızlı hızlı bir şeyler anlatıyor "Yani öğretmenim benim
kardeşim yok" deyince Tuğba öğretmen araya giriyor, “Olmaz olur mu Zehra” diyor.
Ondan büyük kardeşinin ismini söylemesini isteyip, burada sadece kendilerinden küçüklere
kardeş diyorlar diye ekliyor. Ya diğerleri diye soruyorum. Her iki kardeşinin
de bir yaşına geldiklerinde nedensiz bir şekilde öldüklerini, doktorların da
sebebini bulamadığını söylüyor. Daha sonra başka bir köşede bana Zehra’yı
anlatıyor. Kardeşleri bir süre arayla öldüğünde sürekli kardeşlerimi özledim
diye ağladığını, hüzünlü, bir o kadar da anaç bir çocuk olduğundan
bahsediyor. Zehra 6 yaşında. Çok küçük yaşta büyük bir acıyla tanışıyor. Başka,
bambaşka bir çocuk. Kolu kırık Mehmet’e sandalye getiriyor, birinin öğle
yemeğini çıkarmasına yardım ediyor, hep ama hep annecilik, ablacılık oynuyor.
Belli ki kaybettiği kardeşlerine özlemini sınıf arkadaşlarına yardım ederek
bastırıyor. Oysa o da neyi, niçin yaptığını bilmiyor.
Muhammed… İki kardeşim var diyor, Tuğba
öğretmen kendinden küçük olanları söylüyor diye ekliyor. 18 kardeşi olduğunu
öğreniyorum sonrasında. Gözlerim kocaman açılıyor, bu şaşkınlık yetmiyor
sonrasında hepsinin tek bir anneden olduğunu öğrenince dehşete
kapılıyorum. 40’lı yaşlarının başında
bir kadın, 18 çocuk doğurmuş. İnanmak güçleşiyor.
Barış… Zeytin gözlüm, çapkın gülüşlüm, içine
İstanbul beyefendisi kaçmış sessiz miniğim... Kalabalıkları sevmediğini
öğreniyorum. Sorulara cevap vermiyor. Başı hep önüne eğik, kaçamak bakışlarda
buluşuyoruz. Öğle yemeği saatinde dörde katlanmış örtüsünü zarif bir şekilde
masanın üstüne yayıyor, sonra zeytin kabı, çatalı ve yarım ekmeği çıkarıyor.
Küçücük masanın bir köşesine geçip onu izliyorum. Çatalı zeytinlere batırıp,
ekmeğin arasına kibarca koyuşunu ve dünyanın en güzel yemeğini yermişçesine
keyifli yiyişini izliyorum. Kafamı diğer masalara çeviriyorum. Kimisi yoğurda
ekmek banıyor, kimisi iki ince dilim karpuzu ekmeğe katık ediyor, kimisi ise
akşam yemeğinden kalmış birkaç kaşık bulgur, makarna ile yarım ekmeği
bitiriyor. Şehir çocuklarının beslenme çantalarının zenginliği burada yok diye
düşünüyorum. İçim sıkılıyor, gözlerim doluyor. İşte az ve yok kelimeleri ilk
kez bu kadar anlam kazanıyor. Belki de bu yüzden çocuklar birkaç tane şeker
karşısında tarifsiz mutlu oluyor. Yüzlere gülücükler yerleşiyor. Kucaklamak,
öpmek istiyorlar, teşekkür ederiz kelimeleri ağızlarından hiç düşmüyor. Yokluk
yüzünden bir damla onların dünyasında bir göl, bir deniz oluveriyor.
Unutmak mümkün değil bu çocukları. Cengiz’in
muzip hallerini, hangi masaya geçerse o masanın düzenini bozuşunu, Zehra’nın
anaç ve bilmiş hallerini, Barış’ın zeytin gözlerini, Muhammed’in derin
bakışlarını, Rojin’in hep öne eğik bakışını, Tülay’ın güzelliğini,
hanımefendiliğini, Abdülsamet’in bir çırpıda Legolardan yaptığı uçağı,
yaratıcılığını, Türkan’ın ortaokul çağındaki ablalarının yazları Adana’ya pamuk
toplamaya gittiklerini anlatışını, Halil İbrahim’in utangaçlığını unutmayacağım.
Her seferinde yeni çocuklar yer ediyor hayatımda. Gülüşleri, masumiyetleri,
güzellikleri işliyor kalbime. Yapılanların yetersizliği karşısında onların
kocaman teşekkürü beni hep ezdikçe eziyor.
İlk günün sonunda köyden ayrılmadan önce
Dursun’un evine gidiyoruz. Yirmili yaşlarının sonunda, beşi yanında, biri
karnında dünya tatlısı bir kadın. Bir önceki gelişimde okula gelip teşekkür
etmişti. Bu sefer biz onun evine konuk oluyoruz, iki göz odalı evine. Bizim
evin bahçesinden girdiğimizi gördüğünde hemen bir yere koşup minder getiriyor,
odaya bırakıyor. Dört duvar bir oda. Mobilyasız. Yerde incecik bir pike. Halı
bile değil. Koltuk yok, mobilya yok, yatak yok. Tüm aile bu odada uyuyormuş.
Çocuklar için getirdiklerimizi veriyoruz. Israrla çay demlemek istiyor, yemeğe
kalın diyor. Az vaktimiz olduğunu söyleyip hamile haliyle bir şeye
kalkışmamasını söylüyoruz. Yüzünde yine bir önceki seferde bıraktığım hüzün
asılı, aynı yerinde duruyor. İneklerinin hastalanıp öldüğünü söylüyor. "Ölmeseydi iyiydi, ondan umutluyduk" diyor.
Ceyhun, Ömer, Emine, Fatma ve
Mehmet. Mahzun annenin güleç çocukları.
Karnındakinin adı ne olacak sormuyorum. Daha doğurmasan demeye dilim varmıyor.
Köyde benden yaşça çok küçük kadınlar, doğurmaktan, hayat şartlarının
zorluğundan benden on yaş büyük gösteriyor. Sohbet, çocuklarla şakalaşma derken
fotoğraf anı geliyor. Ne yapsak da Dursun’un fotoğrafta gülmesini
sağlayamıyoruz. Biraz gül bari Dursun, sözümüze karşılık “Güldürse Allah
güldürürdü” diye karşılık veriyor. Derin bir sessizliğe, başta yanımıza gelmek
istemeyen Ömer’in paldır küldür yanımıza gelişi son veriyor. Ayrılık vakti…
Kucaklaşarak, bir daha görüşme temennileri ile…
Gürkuyu Köyü… Kaç haneli bilmiyorum. Bir gün
ders sonrası köyü gezmeye çıkıyorum. Çocuklar yanıma koşuyor. Çocukların bin
bir sorusu eşliğinde köyü geziyorum. Bir önceki sefer fırsat bulamadığım için bu
sefer biraz daha köyün içinde olmak istiyorum. Çocuklar tek bir tane düz, asfaltlı
yolu olmayan köyde koşturuyor. Bu yüzden birçok çocuk okul sonrası, oynamak
için de okulun bahçesini seçiyor. Top oynayabilecekleri köydeki tek düz zemini
olan yer okulun bahçesini… Kızlar meraklı, mesleğin ne, nereden geldin, bir daha
gelecek misiniz, bir sürü soru. Birkaç tanesi beni hatırlıyor. “Siz önceden de
gelmiştiniz, 23 Nisan gösterilerini izlemiştiniz.” diyor. Köye dışarıdan pek
insan gelmediğini bildiğim için hatırlanmış olmak garibime gitmiyor. Sonra bir köşede hamur açan kadınları
görüyorum. Onlar bazlama diyor. Yaşlı bir kadın el işaretiyle beni çağırıyor.
Oturduğu yerden kalkamıyor ama kollarını uzatıyor. Anlıyorum ki bana sarılmak istiyor.
Kürtçe bir şeyler söylüyor, bir yandan gülüyor, heyecanlı heyecanlı anlatıyor.
Hamur açan kadınlardan tercüme etmelerini rica ediyorum. Sonra “Zehra’nın
anneannesiyim ben. Ona bir sürü hediye getirmişsiniz. Pembe ayakkabılarını çok
beğendi. Dün gece evde giyindi.
Okula bugün bunlarla git dedi anası, giyinmedi. Bayramda giyinecekmiş. Çok mutlu oldu. Teşekkür ederiz.” dediğini öğreniyorum. Derin bir iç çekiyorum. Bayram… Bayramların biz şehirliler için kaç zaman önce anlamını yitirdiği, çoğumuzun şehirden kaçacağı birkaç günlük tatilden başka bir şey olmadığını hatırlıyorum. Köy çocukları… Onlar için hala bayram özel, hala yeni kıyafetlerini giyinecekleri heyecanlı bir gün…
Okula bugün bunlarla git dedi anası, giyinmedi. Bayramda giyinecekmiş. Çok mutlu oldu. Teşekkür ederiz.” dediğini öğreniyorum. Derin bir iç çekiyorum. Bayram… Bayramların biz şehirliler için kaç zaman önce anlamını yitirdiği, çoğumuzun şehirden kaçacağı birkaç günlük tatilden başka bir şey olmadığını hatırlıyorum. Köy çocukları… Onlar için hala bayram özel, hala yeni kıyafetlerini giyinecekleri heyecanlı bir gün…
El işaretiyle beni yanına oturtuyor yaşlı
kadın. Sorular soruyor. Akşam yemeğe davet ediyor. O köyde kalmadığımı,
ulaşımın çok zor olduğu o köyden öğretmenlerin servisi ile kaldığımız
Halfeti’ye dönmek zorunda olduğumu anlatıyorum. Bir dahaki sefer için söz
veriyorum. O zaman bu bazlamayı al, diyor. Saç üzerinde pişirilmiş sıcacık
bazlamayı bir poşete koyup elime sıkıştırıyor, bunu al dercesine kaş göz işareti yapıyor. Sarılıyorum
boynuna. Etrafımızı saran çocuklara fotoğraf makinemi uzatıp fotoğraf çekilmek
istiyorum. Hepsi kabul ediyor. Her fotoğraf sonrası kendisini görmek istiyor
yaşlı kadın. Bu aslında ona özgü bir durum değil. Köyde karşılaştığım birçok
çocuk fotoğraf çekildikten sonra hep fotoğrafı görmek istiyorlar. Kimisinin ilk
fotoğrafı olduğuna emin olduğum için her seferinde gösteriyorum.
Müsaade
isteyip kalkacağım sırada dünyalar güzeli Bahar’ı görüyorum. Çıplak ayaklarıyla
koşarak bazlama açan annesinin yanına geliyor. Bahar 1,5 yaşında. Taşların
üstüne kendisini birden bırakıveriyor. Annesi rahat. Ne onun çıplak ayak
taşların üstünde koşturmasından ne de kendini pat diye yere bırakıp oturmasından
rahatsız oluyor. Bahar etrafa bakınıyor. Bir ara karnını açıp kaşıyor. Annesi
“Açma karnını üşüteceksin” diyor. O anda, o köyde çocukların çıplak ayak
dolaştıklarında değil, karınlarını açtığında annelerinin kaygılandığını
anlıyorum. Bahar’ın da birkaç fotoğrafını çekip yanlarından ayrılıyorum.
O sırada öğle yemeği için okulda menemen
pişiren Tuğba öğretmenin gönderdiği birkaç çocuk yanıma geliyor, “Öğretmenim,
Tuğba Hoca yemek pişti gelsin dedi.” diyor. Öğretmen olmadığım halde, öğretmen
olmanın ne kadar güzel bir duygu olduğunu, çocukların öğretmenim diye
seslendikçe içimin nasıl coştuğunu anlatamam. Okula dönüyorum. Birkaç öğretmenle beraber, hep beraber aynı
tavaya banıp menemen yiyoruz. Hiç sevmediğim bir yemek olan menemen Tuğba’nın elinden,
diğer öğretmenlerle paylaşılarak yenince dünyanın en güzel yemeğine
dönüşüveriyor. Keyifle, mutlulukla tavayı sıyırıyorum. Okulda bir gün daha
bitiyor. Pazartesi günü, okulda onların, öğrencileri için yoktan var etmeye
çalışan o öğretmenlerin Tuğba’nın, Zöhre’nin, Zarif’in, Önder’in hiçbirinin
yanında olamayacağım aklıma geliyor. Okulun öğretmenler odasından son kez
dışarı, uçsuz bucaksız gözüken yola bakıyorum. Tüm öğretmenlerle servise
biniyoruz. Yine yolculuk başlıyor.
Günlerden Cumartesi… Argıl Köyü vakti. Geçen
sefer olduğu gibi ilk önce Sıdıka Teyze’nin kapısını çalıyorum. Sanki birkaç
haftadır görüşmüyormuşuz gibi samimiyetle bizi kucaklıyor, hoş geldiniz, hoş
geldiniz diye bizi evine davet ediyor. Hava sıcak, bahçede oturuyoruz.
Medine’yi, Zilan’ı, Ayşe Nur’u soruyorum. Medine ve kardeşleri evde yok, kapı
kapı arıyoruz. Teyzesinin, anneannesinin evine bakıyoruz. Neden sonra Sıdıka teyze babalarını görüyor “Ara gelsinler.” diyor. Annesi ile çıkıp geliyor Medine,
Zilan ve Dilan... Onlarla hasret gideriyorum, küçük Kübra’nın şekerleri tek tek
açıp yiyişini izliyorum, Gürcü bacı ile sohbet ediyorum. Ayşe Nur,
Muhammed, Gamze onlar nerede diye soruyorum.
Ortalığı karanlık basıyor. “Ayşe Nur ve kardeşleri annesi ile birlikte
Adana’da... Babası işsiz olduğu için bakamıyor. Hepsini Adana’ya abisinin
yanına gönderdi. Belki döneceklermiş. Gamze ve ailesi İstanbul’a göçtü. Burada
2500 TL borçları vardı. Ödeyemeyince İstanbul’a gittiler. Büyük oğulları
burada, tek. O da lise sonu bitirince gidecek onların yanına.” diye anlatıyor
Sıdıka teyze. Gamze’nin annesi İstanbul’da apartmanlarda yer siliyormuş, babasının
işi yokmuş diye ekliyor. Dağılmış, göçmüş olacaklarını hiç aklıma
getirmemiştim. Çocukların bedenleri uyacak mı, alınanlar yetecek mi aklımdaki
sorulardan bazılarıydı ama o soruların içinde hala köydeler midir, birlikteler midir,
dağılmışlar mıdır yoktu. Hepsini bir arada bulamamak canımı sıkıyor. Belli
etmiyorum.
Anlatacak daha çok şey var Halfeti’ye dair.
Bu yazı uzadıkça uzar. Ama gerek yok. Siz anladınız, oradaki insanların
yoksunluğunu, mahzunluğunu ama her şeye rağmen güzelliğini… Fazla söze gerek
yok. Her seferinde içim ezilip geliyorum oralardan. Dünyanın adaletsizliğini
değil, insanların vicdansızlığını sorguluyorum. Görmezden gelişini, bir el
uzatmaktan imtina edişini, sahip olduğu üç tanenin bir tanesini vermekten
neden çekindiğini anlamaya çalışıyorum. Sorular hep cevapsız, sorular hem
havada kalıyor. Her dönüş sonrası bir yanımdaki eksiklik büyüyor.
Ve son olarak teşekkür borçlu olduğum
insanlar var. İlk teşekkür beni evlerinde ağırlayan Tuğba ve Önder’e… Huysuzumdur ben.
Kimsenin evinde kalamam. Kendi evimde, kendi yatağımda uyur gibi rahat ettirdiler.
Yedirdiler, içirdiler ve yine gezdirdiler. Onlar iki muhteşem öğretmen, iki
muhteşem insan. Yürekleri kocaman, emek veren, zarif, hayatıma güzel bir vesile
ile girdikleri için minnet duyduğum insanlar.
Halfeti’ye götürdüğüm yardımlar için destek
olanlar… Onlar olmasaydı işim çok zorlaşacaktı. Onları her ne vesile ile olursa
olsun tanıdığım ve hayatımda oldukları için çok mutluyum. Kimisini çok yeni,
kimisini çok uzun yıllardır tanıyorum. Yazımın başında bana “Bir başka insanı
mutlu etmek isteyecek büyüklükte yüreğe sahip arkadaşları, dostları,
tanıdıkları varsa insanın hayat o zaman yaşamaya değiyor.” dedirten insanlar
onlar. Hepinize sonsuz teşekkürler…
Alev Rutkay, Ali Gürak, Arman Akıncı, Ayça
Ögetürk, Aysel Aksoy, Aysun Esmergül, Bahar
Yıldırım, Betül Çağlayan, Burak Konuk, Cem Altıntaş, Cüneyt Devrim, Ebru
Soğukpınar, Ece Bağışlar, Erdal Kale, Fulya Kadınkız, Jale Kohen, Kadirhan
Başalak, Melis Civan, Muharrem Ayın, Müge Kotil Yaşar, Nihan Uluçay, Sinem
Uzunoğlu, Sinem Yalavaç, Sonnur Karakurt, Suna Çelik, Tuncel Aydın, Yahya
Ülker, Zeynep Kahraman
Sağlıkla, sevgiyle kalın.
Kübra
Yorumlar
Yorum Gönder